Prof. Dr. Sami SELÇUK
Şüpheliler
Hidayet Karaca ve Ekrem Dumanlı’nın müdafileri Sayın Av. Fikret Duran ile Sayın
Av. Hasan Günaydın, 2004/5271 sayılı Ceza
Yargılaması Yasası’nın (Ceza Muhakemesi Kanunu [CYY, 67/6]), “Cumhuriyet
savcısı, katılan, vekili, kuşkulu (şüpheli) ya da sanık, savunman ya da yasal
temsilci, yargılama konusu olayla ilgili olarak yahut da bilirkişi raporunun
hazırlanmasında değerlendirilmek üzere ya da bilirkişi raporu hakkında
uzmanından ‘bilimsel görüş’ alabilmesini”
öngören hükmü uyarınca, müvekkilleri hakkında yürütülen soruşturma evresindeki
işlemler hakkında bilimsel görüş istemişlerdir.
Metin içinde
geçenler dışında Türkçe, Fransızca ve İtalyanca bilimsel yapıtlara, öğretiye,
uygulamaya başvurularak yapılan inceleme ve değerlendirme sonucunda aşağıda üç
başlıkta sergilenen sonuç kesiminden özetlenen bilimsel görüşlere ulaşılmıştır[1].
BAŞLIK-I
CEZA YARGILAMASI
SÜRECİNDE ÇIKIŞ VE VARIŞ NOKTALARI
Önceden
yaşandığı ileri sürülen bir somut (maddî) "olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini gerçekleşmişse
fail tarafından gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini” belirlemek
amacıyla yapılan ceza yargılaması (muhakeme), “kuşku”ya
(Zweifel, doubt, doute, dubbio, şüphe)
dayanan soruşturma evresiyle başlamakta ve 2004/5271 sayılı CYY’ye göre iki
evrede tamamlanmaktadır: Soruşturma ve kovuşturma.
Bir bütün olan
ceza yargılamasında soruşturma evresinin işlevi,
eylemle ilgili kanıtları aramak, bulmak ve bunları koruma altına
almaktır.-Dolayısıyla soruşturma evresi, kanıtların elde edilmesini, bunların
yitip gitmesinin önlenmesini ve kovuşturma yapılıp bitirilinceye değin el
altında tutulmasını gerektirir. Toplanan kanıtlar, iddiaların gerçek dışı
olduğunu ortaya koyarsa, olay kovuşturma evresine, yani mahkeme önüne
taşınmayacak; kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilecektir.
Eğer toplanan kanıtlar, iddialar konusunda “yeterli
kuşku” yoğunluğuna, boyutuna ulaşırsa, zorunlu ve kural olarak,
iddianame düzenlenecek (m.170/2); kovuşturma evresinde de mahkeme, işlendiği ve
suç oluşturduğu iddia edilen olayı kanıtlar aracılığıyla yeniden canlandırmaya,
resmini yapmaya çalışacak; eğer iddia edilen olayın/eylemin gerçekleştiği ve
suçlanan kişi (sanık) tarafından gerçekleştirildiği konusunda kuşkusunu yüzde yüz yener ve “kesinlik/kesin belirlilik” (Sicherheit, certainty, certitude, certezza, yakîn) kanısına
ulaşırsa hükümlülük kararı verecektir.
Görülüyor ki,
ceza yargılaması etkinliğinin yürüyüşünde iki önemli durak bulunmaktadır: “Kuşku” (şüphe) ve “kesinlîk/kesin
belirlilik”.
Bilindiği üzere kuşku, “insan zihninin, bir
olgu ile ilgili gerçeği kestirme hususunda kararsızlık ya da birçok düşünce
arasında bir seçimde bulunma konusunda duraksama yaşaması”dır
(Türkçe
Sözlük, Ankara, TDK, 2009, s. 1270; Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, İstanbul,
2007, s. 1177; Ayverdi, Kubbealtı Lügati, İstanbul, 2006, s. 1807). Gerçekten
insanlar, bir kanıyı destekleyen nedenler, kendilerine karşıt kanıyı
destekleyen nedenlerle eşit düzeyde, eşdeğerde göründüğü yahut da benzer
özelliklere sahip seçeneklerle karşı karşıya kaldıkları zaman bu nedenler
arasında seçim yapmakta güçlük çekerler. Bunlardan birinin yerine öbürünü
seçememe durumu felsefede de sık sık işlenmiştir. Zihindeki bu kuşku olgusunu
en iyi anlatan örnekleri, kuşkucuları eleştiren düşünürler vermişlerdir.
Bunlardan Fransız Adcı (Nominalist) Filozof
Jean Buridan’ın (1295-1356) kuşkucular hakkında
verdiği örnek çok ünlüdür: “Hem aç hem susuz olan
bir merkep, kendisine eşit uzaklıkta bir yere konmuş olan su ve saman balyası arasında
karar veremeyip hem açlıktan hem susuzluktan ölür.” Benzer bir örnek
Gazzâlî (1058-1111) tarafından da verilmiştir: “Aç
deve, üç ağaçtan oluşan iki koruluk arasında
bir türlü karar veremeyip hem açlıktan hem susuzluktan ölür.”
İşte ceza
yargılaması zihindeki bu kuşkuyu yenmek için yaşanan bir süreç ve kurallar
içinde yürütülen bir etkinliktir. Bu nedenle ceza yargılaması hukukuna özgü “kuşku”; yukarıdan beri sergilenen bilgilerden
anlaşılacağı üzere, soruşturma evresinin başında, “yetkililerin
kanıtlara dayanan duraksamalı bir kestirmesinden, tahmininden; daha
sonraki evrelerinde ve özellikle kovuşturma evresinde iddiayı destekleyen
kanıtlarla savunmayı destekleyen kanıtların yetkililere eşdeğerde görünmesinden
ve yetkililerin bu yüzden savunma ya da iddia lehinde ya da aleyhinde kesin bir
kanıya varamamalarından ibarettir. Ancak unutulmamalıdır ki, hukuka bağlı
devlet ilkesi çerçevesinde yapılan bir ceza yargılamasında kanıt yoksa kuşku da
söz konusu değildir. Dolayısıyla kanıt olmadan soyut
iddia ile hiçbir ceza yargılaması işlemi yapılamaz; ceza yargılamasının
çarkları, tevatür kipiyle, sokma bilgilere yaslanan yapay verilerle asla
dönmeye başlamaz; başlayamaz. Çünkü bir ceza yargılaması yapılmasının ve
böyle bir ceza yargılamasının varlık nedeni “suç
kuşkusu”dur. Hukukun üstünlüğüne dayanan bir devlette ise böyle bir
kuşku, ancak somut kanıtlarla ortaya konup
tanımlanabilir.
CYY’nin
sisteminde, yerinde olarak evre ve aşamalarda kuşkunun dozu ve yoğunluğu
gittikçe artmaktadır, artmak durumundadır.
Kuşkunun gücünü
ise kanıtların gücü ortaya koyar. Kanıtların
gücü az ise, yetersiz ise “basit/sıradan/yalın
kuşku”dan ya da “başlangıç kuşkusu”ndan söz
edilir. Soruşturmaya başlayabilmek için, yaşandığı belirtilen somut olaylar
hakkında en azından belirti/izlenim
biçimindeki kanıtların belli bir suçun işlendiğine ilişkin basit bir kuşkuyu
ortaya koyması zorunludur. Değerlendirme etkinliğine, ancak ve ancak suçun
işlendiğine ilişkin bir kuşkunun açıklanmasına ya da kanıtlanmasına
(ispatlanmasına) yarayacak bilgiler üzerine başlanabilir. Bu yüzden belirli
olaylara ve belirti düzeyindeki kanıtlara dayanmayan ve sadece tahminden ibaret
bulunan kuşku soruşturmaya başlamak için asla yeterli olamaz. Yeterli sayılırsa
ceza yargılaması ister istemez başına buyrukluğa ve hak ve özgürlüklerin
çiğnenmesine yol açar. Bu nedenle soruşturma, suç haberinin kural olarak,
ihbar, şikâyet ya da suçun doğrudan doğruya öğrenilmesi ile başlar (CYY, m.
158). Ancak bu yoldaki ihbarın ya da şikâyetin değerlendirilebilmesi ve bir
anlam ifade edebilmesi için; iddiaların akla ve mantığa aykırı olmaması, kişi
ya da olay belirtilmesi, iddiaların ciddî bulgu ve belgelere dayanması, ihbar
ya da şikâyet dilekçesinde dilekçe sahibinin doğru adı, soyadı ve imzası ile
açık adresinin bulunması zorunludur. Bu koşullan taşımayan ihbar ve şikâyetler,
ceza yargılamasında ve soruşturmasında işleme konulamaz. Savcı, sergilenen bu
nitelikleri taşıyan bir öğrenme üzerine suçun işlendiği izlenimini edinirse, kamu davası açıp açmama
konusunda karar verebilmek amacıyla, hemen konuyu araştırmak zorundadır. Dikkat
edilirse Yasa’da, “suçun işlendiği izlenimini veren
bir hali öğrenme’den söz edilmektedir. İzlenim,
bir suçun işlendiği konusunda duyulan kuşkuyu /şüpheyi anlatmaktadır. İşte bu izlenim ya da
kuşku, yasal anlamda "basit
kuşku/şüphe/izlenim"dir. O halde olguya dayanan basit bir kuşku yoksa, soruşturmayı başlatma yükümlülüğü de
yoktur. Savcı, somut olguya dayanan basit kuşku varsa bilgi toplama adı altında soruşturmayı eylemli
olarak başlatmak; olayı temsil eden kanıtları araştırıp koruma altına almak
zorundadır (CYY, m. 160).
“Aramamda gerek
duyulan “makul/akla uygun kuşku” ise, hayatın
akışına göre somut olaylar karşısında genellikle duyulan kuşkudur (Adli ve
Önleme Aramaları Yönetmeliği, m. 6). Makul şüphe, tarafsız ve nesnel üçüncü
kişileri suçlanan kimsenin suç işlemesinin olanaklı bulunduğuna inandıracak
ölçüde ve nitelikte olmalıdır. Makul kuşkuda da, ihbar ya da şikâyeti
destekleyen beIirtilerin/emarelerin var olması ve
belirtilen konularda somut olgulara dayanılması zorunludur. Sözgelimi, aranan
nesnenin bulunacağı gibi. Ancak 21.2.2014 tarih ve 6526 sayılı Yasa’nın 9’uncu
maddesiyle CYY’nin 116’ncı maddesinde arama için öngörülen “makul kuşku”
koşulu, “somut kanıtlara dayalı kuvvetli kuşku”
koşuluna dönüştürülmüş, ceza yargılaması hukukunda anlamım yitirmiştir.
Ceza yargılama
hukukunda eldeki kanıtların sayısı ve gücüne göre, ileride hüküm giyme
olasılığı aklanma (beraat) olasılığından fazla ise “yeterli
kuşkumdan söz edilir. CYY, bu yüzden iddianamenin düzenlenebilmesi için,
basit kuşku yoğunluğuyla yetinmemiş, daha yoğun bir kuşkuya gerek duymuş,
özellikle yeterli kuşkunun bulunmasını
aramıştır (m.170/2).
Ceza yargılama
hukukunda eldeki kanıtların sayısı çok ve gücü yeterli, dolayısıyla hükümlülük
olasılığı da güçlü, bu yolda somut kanıt varsa “güçlü/kuvvetli
kuşku”dan söz edilir. CYY, hak ve özgürlükleri sınırlayan koruma
önlemlerinin çoğunda, yeterli kuşku yoğunluğuyla yetinmemiş, daha çok yoğunluk
aramıştır. Sözgelimi, “suçların işlendiği hususunda
kuvvetli kuşku sebeplerinin varlığı halinde tutuklama” nedeninin var
sayılabileceği (CYY, m. 100/3), “suçun işlendiğine ve bu suçlardan elde
edildiğine dair kuvvetli kuşku sebebi bulunan hallerde, kuşkulu veya sanığa
ait” taşınmaz, hak ve alacaklara el konulabileceği (CYY,
m. 100/3), suçun bir şirketin etkinliği çerçevesinde işlenmekte olduğu
konusunda “kuvvetli kuşku sebeplerinin varlığı” halinde, şirket yönetimi için kayyım atanacağı (CYY, m. 133/1), “suç işlendiğine
ilişkin kuvvetli kuşku sebeplerinin varlığı” halinde iletişimin
denetlenebileceği (CYY, m. 135/1), “soruşturma konusu suçun işlendiği
hususunda kuvvetli kuşku sebeplerinin bulunması” halinde gizli soruşturmacı görevlendirilebileceği (CYY, m.
139/1), "suçların işlendiği hususunda kuvvetli kuşku sebepleri bulunması”
halinde kuşkulunun teknik izlemeye alınabileceği
belirtilmiştir (CYY, m. 140/1).
Kovuşturma
evresinde ise, artık kuşku ile yetinilmemekte; hükümlülük kararı, kuşku üzerine
değil, artık kuşkuyu sıfıra indirip yok eden “kesinlik,
kesin belirlilik” üzerine kurulmaktadır, kurulacaktır.
Ceza yargılamasında
yargılama öncesi yaşandığı ileri sürülen somut
(maddî) “olayın gerçekliği, gerçekleşip gerçekleşmediği” konusundaki
kesinlik, belirlilik temel amaç olduğu için her şey kanıttır (delildir).
Kanıtlama (ispat) etkinliği ve işlemleri kanıtlara dayanır.
Bu konuda bütün dünyada öğreti ve uygulamada
hiçbir görüş
ayrılığı bulunmamaktadır.
Nitekim
Yargıtay, değişik zamanlarda çeşitli kararlarında bunu vurgulamıştır. Yargıtay CGK, 19.04.1993’te (6-79/108,
YKD XIX, 10 (Ekim 1993), s. 1564 vd.) verdiği son derece önemli
ve yerinde bir kararda bu hususları vurgulamıştır: "Ceza yargılamasının
amacı, hiçbir duraksamaya yer vermeden maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Bu
araştırmada, yani gerçeğe ulaşmada mantık yolunun izlenmesi gerekir. Gerçek; akla uygun ve realist, olayın bütünü veya bir
parçasını temsil eden kanıtlardan veya
kanıtların bütün olarak değerlendirilmesinden ortaya çıkarılmalıdır, yoksa bir
takım varsayımlara dayanılarak sonuca ulaşılması, ceza
yargılamasının amacına kesinlikle aykırıdır."
Yine Yargıtay
3’üncü Ceza Dairesi, “Sanığın savunmaları ve mağdurun beyanları birlikte
değerlendirildiğinde ve Yargıtay Ceza Genel Kurulunun
11.10.2005 tarih ve 90- 112 esas sayılı kararında ileri sürülen ‘Sanığın
bir suçtan cezalandırılmasının temel koşulu, suçun kuşkuya yer vermeyen bir
kesinlikle ispat edilmesine bağlıdır. Şüpheli ve aydınlatılmamış olaylar ve
iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak hüküm tesis edilemez. Ceza mahkûmiyeti bir ihtimale değil, kesin ve açık ispata
dayanmalıdır. Bu ispat teorik de olsa hiçbir kuşku ve başka türlü bir
oluşa olanak vermemelidir. Yüksek de olsa bir ihtimale
dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza yargılamasının en önemli amacı olan
gerçeğe ulaşmadan hüküm vermektir. O halde ceza yargılamasında mahkûmiyet, büyük veya küçük bir ihtimale değil, kuşkudan
uzak bir kesinliğe dayanmalıdır. Adli hataların önüne geçilmesinin tek yolu
budur’ görüşleri de nazara alındığında sanığın beraatı yerine
mahkûmiyetine karar verilmesi” (26.11.2008, E, 11327/15002); 6. Ceza Dairesi de
“Yargılanacak her uyuşmazlık da; şüphelilik, uyuşmazlığın somut olması ve
uyuşmazlığın çözümü şeklindeki özellikler vardır. O halde önce olay
öğrenilmelidir. Yani sübut konusunda bir hükme varılır. Sübut (veya ispat)
meselesi maddi mesele olup bundan geçmişteki olayı zihnimizde yeniden yaratmak,
yani nasıl meydana geldiğini belirlemektir. Olay belirlendikten sonra, olayla
karşılaştırılacak hukuki norm ve olayın tipine uygun olup olmadığı konusunda
sonuç çıkarılır, maddi durumun tespiti, hukuki durumun tespitidir. Hukuki
durumun tespiti durumun tespiti olacaktır. Hâkim bugüne dayanarak dünü öğrenir.
Dün hakkındaki şüphesini deliller sayesinde yener. Şüphenin
yenilmesi yerini belirliliğe terk eder. Delillerin gösterdiği objektif
bakımından bir olasılıktır (ihtimal). Buna rağmen ihtimal belli bir dereceye
gelince kanaat (kanı) ol(uş)acaktır. Şüphe yerini kanaate bıraktığında ispatta
aranan belirlilik ortaya çıkar. Yani belirliliğe
şüphenin yenilmesi ile ulaşılır. Ceza muhakemesinin asıl amacı maddi
gerçeği ortaya çıkarmaktır. Maddi gerçeğe ulaştıracak araç ise delillerdir.
Deliller; sanık açıklamaları, tanık açıklamaları, sanık ve tanıktan başka
kişilerin açıklamaları, kolluk, savcı ve hâkim tutanakları, özel yazılı
açıklamalar, görüntü ve (veya) ses kaydeden araçlarla açıklama ve belirtiler
şeklinde ayrıma tabi tutulabilir. Bu deliller içerisinde tanık, sanığın dışında
herkes olabilir. Tanık beş duyusu ile olay hakkında bilgi edinen ve mahkemeye
aktaran kişiyi ifade eder. Delil bakımından ceza muhakemesinin en önemli unsurlarından
birisidir. Ancak tanık beyanlarının birbirleriyle örtüşen ve somut olayla
uyumlu olması gerekir. Deliller yeterince araştırılmamış veya soruşturma eksik
ise bu hususlar mutlaka giderilmelidir. Soruşturma evresinde toplanmamış delilleri
mahkemenin toplaması gerekir. Hâkimin sanık lehine ve aleyhine olan delilleri
araştırıp; tam bir inanışla özgürce değerlendirerek kuşkudan
arınmış bir sonuca ulaşması gerekir. Kuşkular yenilmelidir. Yani hükümde
varsayıma dayalı kuşkulu kalan hususlar olmamalıdır. Maddi gerçeğin
olayın bir bütünü veya parçasını temsil eden kanıtlardan ortaya çıkarılması
gerekir. Bir takım varsayımlara dayanılarak karar
verilmesi ceza muhakemesinin amacına kesinlikle aykırıdır. Kuşku ve
çelişki yenilmeden karar verilemez. Eylem veya eylemlerin bir suç olup
olmadığının belirlenmesinden önce eylemin önce işlenip işlenmediğini sorunu
çözülmek gerekir. Bu da kanıtların yorumu ile cevap la nacaktır. Hâkim hangi
kanıtı nasıl yorumladığını, yorum ile nasıl bir kanıya ulaştığını, kararının gerekçesinde göstermek zorundadır. Gerekçedeki
mantıksal kronolojik dizin ise iddia, savunma, kanıtlar, kanıtların yorumu,
sabit kabul edilen eylem; ihlal edilen norm, normun yorumu ve en nihayet
ulaşılan sonuç olan hüküm şeklinde olmalıdır.” (5/03/2014, 27326/3798) diyerek
bu hususları vurgulamıştır.
YCGK’nın
yukarıda yansıtılan ve daha sonraki kararlarında yalnızca çoğunluk değil,
azınlık görüşleri de aynı doğrultuda olmuştur. Sözgelimi, Yargıtay 1’inci Ceza
Dairesinin yerel mahkemenin kararını bozması ve yerel mahkemenin “ceza yargılamasının temel amacı, hiçbir duraksamaya yer
vermeden maddi gerçeği saptamak ve yargılama konusu olayla ilgili olarak var
olan kuşkuyu yenmek, kesinliğe dönüştürmektir” gerekçesiyle direnmesi
üzerine hüküm kuran YCGK’nın çoğunluk görüşüne
katılmayan Kurul Başkanı ile kimi üyeler, “Sanığın bir suçtan
cezalandırılmasının temel koşulu, suçun kuşkuya yer vermeyen bir kesinlikle
ispat edilmesine bağlıdır. Şüpheli ve aydınlatılamamış olaylar ve iddialar
sanığın aleyhine yorumlanarak hüküm tesis edilemez. Ceza
mahkûmiyeti bir ihtimale değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Bu
ispat teorik de olsa hiçbir kuşku ve başka türlü bir oluşa olanak vermemelidir.
Yüksek de olsa bir ihtimale dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza yargılamasının
en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan hüküm vermektir. O halde ceza
yargılamasında mahkûmiyet, büyük veya küçük bir ihtimale değil, kuşkudan uzak
bir kesinliğe dayanmalıdır. Adli hataların önüne geçilmesinin tek yolu budur”
diyerek aynı görüşü dile getirmişlerdir (11.10.2005, 90/112).
YCGK yeni bir
kararında da aynı konuya yetkin bir yaklaşımla ve örnek olacak biçimde
değinmiştir: "... Amacı, somut olayda maddi gerçeğe ulaşarak adaleti
sağlamak, suçu işlediği sabit olan faili cezalandırmak, kamu düzeninin
bozulmasını önlemek ve bozulan kamu düzenini yeniden tesis etmek olan ceza
yargılamasının önemli ve evrensel nitelikteki ilkelerinden biri de, öğreti ve
uygulamada; “suçsuzluk karinesi” ya da “masumiyet karinesi” olarak adlandırılan kuralın bir
uzantısı olan ve Latincede “in dubio pro reo”
olarak ifade edilen “şüpheden sanık yararlanır” ilkesidir. Bu ilkenin özü, ceza
davasında sanığın mahkûmiyetine karar verilebilmesi bakımından göz önünde
bulundurulması gereken herhangi bir soruna ilişkin şüphenin, mutlaka sanık
yararına değerlendirilmesidir. Oldukça geniş bir uygulama alanı bulunan bu
kural, dava konusu eylemin (suçun) işlenip işlenmediği, işlenmişse sanık
tarafından işlenip işlenmediği veya gerçekleştirilme biçimi konusunda bir şüphe
belirmesi halinde de geçerlidir. Sanığın bir suçtan cezalandırılmasına karar
verilebilmesinin temel şartı, suçun hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak
kesinlikte ispat edilebilmesidir. Gerçekleşme şekli şüpheli veya tam olarak
aydınlatılmamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak mahkûmiyet
hükmü kurulamaz. Ceza mahkûmiyeti; herhangi bir ihtimale değil, kesin ve açık
bir ispata dayanmalı, bu ispat, hiçbir şüphe ya da başka türlü oluşa imkân
vermemeli, toplanan delillerin bir kısmına dayanılıp, diğer kısmı göz ardı
edilerek ulaşılan kanaate değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Yüksek
de olsa bir ihtimale dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza yargılamasının en
önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan hüküm vermek anlamına gelecektir.” (YCGK,
19.2.2013-1289/84, www.kazanci.com); "... O halde
ceza yargılamasında mahkûmiyet, büyük veya
küçük bir olasılığa değil, her türlü kuşkudan uzak bir keskinliğe dayanmalıdır.
Adli hataların önüne geçilmesinin tek yolu
bu dur” (12.4.2011-1-51/42, www.kazanci.com).
Yukarıda
sergilenen kesinliğe ulaşabilmek için kanıtlama etkinlik ve işlemlerinde hukuk
düzeninin benimsediği araçlar, kanıtlardır ve ceza yargılama hukuku, ceza
uyuşmazlığıyla ilgili her hususun her türlü kanıtla ispat edilebilmesi ilkesini
(kanıt serbestisi ilkesi) benimsemiştir. Ancak bu ilke sınırsız değildir. Ceza
yargılamasında kanıt olarak kullanılabilecek araçlar, ceza uyuşmazlığını oluşturan
olayın en azından bir parçasını kanıtlayabilecek
nitelikte olmak (Anayasa [Ay], m.38/6; CYY, m. 206/2-a-b, 217/2) ve en
azından beş duyu organından biriyle algılanabilecek
maddi bir yapıya sahip bulunmak zorundadır. Geçmişte yaşanan olay, bir
yap-boz resmi gibi değerlendirilecek olursa ceza yargılaması etkinliği, bu
niteliğe ve yapıya sahip kanıtlar sayesinde yap-boz resminin parçalarını
(kanıtlar) bir araya getirerek resmin bütününü yeniden kuracaktır. Biri
niteliğe, öbürü maddi yapıya ilişkin bu iki temele dayanan her bir kanıt/araç,
ilkin yaşanan olayı temsil etmeli; ayrıca elde
edilebilir, ulaşılabilir, sağlam ve güvenilir, asıl olayı tek başlarına kanıtlama gücüne sahip olmasa bile (dolaylı kanıt)
doğrudan doğruya kanıtlardan edinilen kanıyı destekleyici
nitelikte bulunmalı, bilime, akla ve mantığa,
maddî gerçeğe ve hukuka uygun olmalıdır. Bu nitelikleri taşımayan ve
maddi yapıya uymayan bir kanıtlama aracına, ceza yargılamasında kanıt olarak
kabul edilmemekte; bu türden araçlara dayanılarak hüküm de kurulamamaktadır;
kurulursa, o hükmü Yargıtay bozmaktadır. Zira bu özelliklere sahip olmayan
kanıta dayanan hüküm hukuka aykırıdır.
Her hukuka bağlı
devlette ve hukukun üstünlüğü temeline yaslanan bütün düzenlerde benimsenen ve suçsuzluk (masumluk) karinesi ile sıkı sıkıya ilgisi
bulunan “kuşkudan sanık yararlanır ilkesi”ne (in dubio pro reo) göre, yapılan ceza yargılamasının sonunda, eylemin
sanık tarafından gerçekleştirildiği yüzde yüz kesinliğe ulaşmadığı takdirde
beraat kararı verilmesi zorunludur. Bu ilke, suçun maddi varlığının, yani
failin cezalandırılmasını gerektiren bütün unsurların, suçun niteliği,
ağırlaştırıcı özellikleri, sanığın kastı, güdüsü (saiki), eylem ile sonuç
arasındaki nedensellik bağı, hukuka uygunluk nedenleri, iştirak, teşebbüs gibi
önemli noktaların kanıtlanmasına (ispatına) ilişkin bir ilkedir. Bu hususların
her birinin ispatındaki kuşku/şüphe, o hususta sanık yararına sonucun kabul
edilmesini zorlar (Anayasa [Ay], m. 38/4, İnsan Haklan Evrensel Bildirgesi
[İHEB], m. 11, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi [AİHS], m. 6/2, Medeni ve Siyasi
Haklar Sözleşmesi [MSHS], m. 14/2). Yukarıdaki hususlardan birinin % 99 olanaklı görülmesi, sabit olması anlamına gelemez. Çünkü
geriye % 1 olasılık kalmış, yani kuşku ortadan kalkmamıştır. Fail/sanık
işte bu kuşkudan yararlanacaktır. Ayrıca ceza yargılamasında suçlamanın tersini
kanıtlama yükümlülüğü sanığa yüklenmemiştir. Bu husus da söz konusu ilkeye
dayanmaktadır. Böyle bir ilkenin benimsenmesinin nedeni, “bir suçsuzu (masumu) mahkûm etmektense binlerce suçluyu
aklamak daha adildir” düşüncesine ve tercihine dayanmaktadır. Bunun adı,
“suçsuzluk karinesi”dir. Bu ilkeye sahip çıkan
Yargıtayın yukarıda değinilen son derece Önemli kararlarına göre; ceza
yargılamalarında amaç, maddî gerçeğin hiç bir kuşkuya yer bırakılmaksızın
ortaya çıkarılmasıdır; kuşkunun bulunması halinde, mahkûmiyet kararı verilmesi
ceza yargılama hukukunun genel ilkelerine aykırıdır; kuşkudan sanığın
yararlanacağı evrensel bir ceza yargılama hukuku ilkesidir ve varsayımlara dayanılarak
mahkûmiyet hükmü kurulamaz. Bu ilkenin en önemli yansıması olan suçsuzluk
karinesi, sadece eylemin sabit olmasında değil, koruma önlemlerinde de ortaya
çıkmaktadır. Elbette devlet, burada müdahale yetkisini, kuşkunun derecesine
göre aşamalı olarak kullanmalıdır. Ancak koruma önlemlerine başvurabilmenin
koşulunun, 2004/5271 sayılı CYY’ye göre “kuvvetli
şüphe sebeplerinin varlığı” olduğu, yasa
koyucunun, “şüphe sebebi” ve “delil” kavramını birlikte kullandığı unutulmamalıdır.
Özetle bu ilkeye
göre, mahkeme sanığı ancak onun suçluluğundan emin olması halinde mahkûm
edebilir. Mahkeme, sanığın suçu işleyip işlemediği konusundaki kuşkusunu
yenemezse, sanığı beraat ettirmelidir. Günümüzdeki eğilim, bu ilkenin alanını
cezasızlık ve cezayı ortadan kaldıran durumların, hafifletici nedenlerin
ispatını da kapsayacak biçimde genişletmiştir. Kısaca onca kanıta karşın,
yargıç ispatlanmaya çalışılan olaya ilişkin olarak, kafasında hala “acaba” sorusunu yenememişse ve taşıyorsa, bu durum
sanık lehine değerlendirilmek ve olayın ispatlanamadığı kabul edilmek gerekir. Adli yanılgıları önlemenin biricik yolu, kuşkudan sanık
yararlanır ilkesinin yaşama geçirmektir. Bu nedenlerle Fransa’da cinayet
(ağır ceza) mahkemelerinde görüşmeye geçmeden önce mahkeme başkanı, jüri üyelerine
Ceza Yargılama Yasası’nın bu hususla ilgili ve görüşme salonunun duvarına büyük
harflerle yazılmış olan maddesini yüksek sesle okutarak hatırlatmak zorundadır
(Fransız CYY, m. 353).
Aslında ceza
yargılamasında, geçmişte yaşanan bir olay, özellikle mahkeme önünde kanıtlar
aracılığıyla yeniden canlandırılmaya çalışıldığına ve yargıçlar bu olayı
kendileri görüp yaşamadıklarına göre, olay ister istemez dolaylı olarak ortaya
konulmakta ve kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Bu yüzden ceza yargılamasındaki,
“belge kanıtı” dışındaki bütün kanıtlar, aslında olayı sadece dolaylı olarak temsil etmektedir. Temsilin bu yapısı
ve derecesi düşünüldüğünde yargıçların sürekli adli yanılgı tehdidi altında
bulundukları açıktır.
Ceza
yargılamasında olay yerinde bulunan düğme, tabanca, bıçak ve giyilen gömlek vb.
kanıtlara da, bilindiği üzere, belirti denmektedir. Bunlar ya failin iradesi
dışında olaydan geriye kalan iz ve eserler, yani “tabii
(doğal) belirti’' yahut da failin iradesiyle ya da bir insan tarafından
belirli bir amaçla hazırlanmış olan nesneler, yani “suni
(yapay) belirtilerdir. Ancak bunlar, başka kanıtlarla desteklenmedikleri
takdirde asla vicdani kanı oluşturmada yeterli görülemez.
Kanıtlamanın
(ispat) amacı ve hedefi, “vicdani kanı”ya
ulaşmaktır (CYY 217/1). Vicdani kanı ise, bir olaya ilişkin olarak ortaya
konulan kanıtların, kararı verecek olan yargıcın vicdanında değerlendirilmesini
ve olay konusunda bir kanıya ulaşılmasını anlatır. Yargıç bugüne dayanarak dünü
öğrenecek, dün hakkındaki kuşkusunun kanıtlar sayesinde yenecek ve böylelikle
kuşku, yerini besbelliliğe (certezza, certitude,
yakîn) terk edecektir. Ancak kanıtların işaret ettiği nokta nesnel açıdan
sürekli olarak bir “olasılıktır (ihtimal”). Bu olasılık, belli bir dereceye
gelince kanıya (kanaat, conviction) dönüşmektedir. Unutulmamalıdır
ki, adli yanılgı olasılığı bitmediğinden yargılamanın yenilenmesi yolu her
zaman her sistemde açık tutulmuştur. Yukarıda değinilen Yargıtay 3. CD ve yollama yaptığı Yargıtay Ceza Genel
Kurulu kararları, vicdani kanıda yaşanan bu hususu vurgulamaktadır. Ancak
vicdani kanı oluşturulurken yargıçlar, ünlü İtalyan hukukçusu Carnelutti’nin şu benzetmesini unutmamalıdır:
Yargıç, yargılama yaparken mağaraya girmiş, sırtını kapıya dayamış, mağaraya
giren bir başkasını onun karşı duvara yansıyan gölgesinden tanımaya, bilmeye
çalışan bir insan gibidir. Yargıcın elindeki kanıtlar da, duvardaki gölgelerden
başka bir şey değildir. Tanımakta, bilmekte kuşku duyduğu anda aklanma kararı
verecektir. Bu yüzden ceza yargılamasında bilimsel olanlar dâhil hiçbir kanıt,
yargıcı bağlayıcı nitelikte değildir. Her insanın inanma noktası ise başkadır.
Dolayısıyla kanıtlama görelidir (nispidir). Adalete olan güveni sarsan
noktalardan birinin bu görelilik bulunduğu, adli yanılgı olasılığının her zaman
var olduğu unutulmamalıdır. Bu güveni sağlamak için ceza yargılama hukukunda
bir takım olanaklar, araçlar benimsenmiştir. Gerekçe, bunlardan biri ve
başlıcasıdır. Yargıcın deneyim ve mantık kurallarına uygun çıkarsamalara ulaşıp
ulaşmadığını, duygulara, güdülere ya da önyargılara başvurulmadığını ortaya
koyan biricik belge, gerekçedir ve gerekçe gösterilmesi bu nedenle zorunludur.
Kararın gerekçeli olması, her şeyden önce tatmin olmalarını sağladığı için
tarafları ilgilendirir. Taraflar, yargılama sırasında dile getirdikleri
iddiaların ve savunmaların kurallara uygun bir biçimde incelenip
incelenmediğini, sonuca hangi nedenlerle ulaşıldığını, yasa yollarının ne
olduğunu gerekçe ile öğrenebilirler. (AİHM’in Hadjtanassıou/Yunanistan kararı
bu doğrultudadır). Gerekçelerin belirsizliği, başına buyrukluğu kışkırtır ve
yargıya güveni sarsar.
Kanıtların
tartışılması, bireysel kanının ortaklaşa (kolektif) kanıya dönüştürülmesi,
toplu yargıç sistemi, çoğunlukla karar verme yöntemi, yargıda derece sistemi,
yargıcın kişisel bilgisini kullanamaması ve sadece duruşmaya getirilmiş ve
tartışılmış kanıtlara dayanması zorunluluğu, duruşma yargıcının
değiştirilememesi (CYY 217/1, 289) gibi kurallarda hep adli yanılgının
yenilmesi kaygısıyla öngörülmüştür.
OLAYDA DAYANILAN
KANITLAR
Yukarıda sunulan
bilgilerin ışığında soruşturma dosyasında incelendiğinde aşağıdaki hususlar
ortaya çıkmaktadır.
Her şeyden önce Tahşiyeciler davasında el bombası, sis kutuları,
mermiler gibi kimi kanıtlar bulunmuştur. Bunların inandırıcılık derecesi hiç
kuşkusuz mahkemece değerlendirilecektir.
Aynı davada
yapılan bir savunma ve ihbardan yola çıkılarak kimi bulgulara rastlandığı
belirtilmiş, bunlardan ipucu bile sayılamayan kimi bulgular ise kanıt düzeyinde
algılanmıştır. Oysa bunlardan hiçbiri ceza yargılaması hukukunda aranan ve
yukarıda belirtilen niteliklerin hiçbirini haiz; dolayısıyla yaşandığı ileri
sürülen olayları temsil edici, destekleyici, bilime, akla ve mantığa, maddî
gerçeğe ve dolayısıyla hukuka uygun ve sağlam ve güvenilir değildir.
a- Tek Türkiye,
Şefkat Tepe dizileri, her dizi gibi, birer senaryodur ve her senaryo gibi düş
ürünüdür. Olaylardan esinlenerek düş ürünü bir dizi yazılabilir, ama düş ürünü
bir dizide geçen sözlerden esinlenilerek yapay kanıtlar üretilemez. Bugüne
değin de ceza yargılamasında böyle bir olay bildiğimizce hiç yaşanmamıştır.
b- Bu dizilerle
ilgili değişiklikler yapılması sadedindeki konuşmalar da aynı türden düş
ürünüdür.
c- Bunlarla
ilgili yazarların değerlendirmeleri ise birer polemikten ibarettir. Bu
konuşmalara dayanılarak, alışılanın ötesinde çaba harcandığı iddiası ise tam
anlamıyla bir zorlamadır.
Sinema oyunlarından, senaristlerin yazdıklarından yola
çıkılarak vicdani kanıya ulaşmak, yasal kanıtlar döneminin de gerisine düşmek, hatta bir bakıma ilkel dönemlerdeki akıl dışı kanıtlar, tanrısal
sınavlar, dini kanıtlar (ordel) dönemlerine dönmek, fala bakarak, Yargıtay CGK,
19.04.1993’teki kararında sözün ettiği gibi varsayımlara dayanarak kanı
oluşturmak demektir. Bu yüzden çoğu hukuka aykırı elde edilen bütün bu sokma
ipuçları birer fantezidir; kanıt olarak vicdani kanıya temel yapılamaz;
yapılırsa tevatür kipine dayanan o hükmü Yargıtayın kesinlikle bozması gerekir.
3- Suçlamalar
Sahtecilik,
hukuka aykırı işlem yapma, iftira ile ilgili değerlendirmeler ise dosyaya göre
soyutta kalmakta, bu konularda somut bir kanıta rastlanmamaktadır.
Özellikle bunlar
arasında;
a- Fetullah Gülen
ile Hidayet Karaca arasında yapıldığı iddia edilen ve her iki tarafın kabul
etmediği montaj ses kayıtlarının “açık kaynak çalışmalardan” elde edildiği
belirtilmiştir.
Bu kayıtlar, ilk
olarak yasak kanıt kapsamında
kaldıkları için ceza yargılamasında kanıt olamaz. Çünkü bir düş ürünü olan
dizilerin kaleme alınmasıyla ilgilidir ve yukarıda sergilenen ve kanıtlarda
aranan temsil edicilik, akla ve mantığa uygunluk ölçütlerinin dışındadır.
Nitekim somut olayda İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar
Bürosunun 2014/133596 dosya sayılı ve 18.12.2014 tarihli İstanbul 1. Sulh Ceza
Yargıçlığına sunulun tutuklama isteğinde şu hususlar dile getirilmiştir:
"... Samanyolu TV yayın grubu başkanı Hidayet Karaca ile şüpheli Fetullah Gülen
arasında yapılan görüşmelere ilişkin açık kaynak çalışmalarından fezlekenin
442, 443, 444 ve 445 sayfalarında da belirtildiği üzere 20.09.2010, 28.09.2013
ve 10.10.2013 tarihlerinde şüpheli Fetullah Gülen ile şüpheli Hidayet Karaca
arasında yapılan telefon görüşmelerinde şüpheli Hidayet Karaca’nın Şefkat Tepe
dizisindeki karanlık kurul bölümlerine ilişkin senaryoyu şüpheli Fetullah Gülen’e
okuyarak bizzat onayına sunduğu görüldüğü, bu görüşmelerden de anlaşılacağı
üzere, bu konuşmalardan 2 gün sonra 12.10.2010 tarihinde 121. bölümü yayınlanan
Şefkat Tepe adlı dizinin karanlık karar kurulunda geçen konuşmalar telefon
görüşmesinde geçen diyaloglarla birebir aynı olduğu...” ifade edilmektedir.
İletişimin
tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması, koruma önlemi olarak CYY’nin 21.02.2014
tarihli 6526 sayılı Yasa’nın 12’nci maddesi ile değişik 135’inci maddesinde
düzenlenmiştir. İlgili hükme göre, “bir suç dolayısıyla yapılan soruşturma ve
kovuşturmada, suç işlendiğine ilişkin somut delillere dayanan kuvvetli şüphe
sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının bulunmaması
durumunda ...” şüpheli ya da sanığın telekomünikasyon yoluyla iletişimi
dinlenebilir, kayda alınabilir ve sinyal bilgileri değerlendirilebilir. Bununla
birlikte, 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Yasası’nın Ek 7’nci maddesinde
iletişimin önleme amaçlı denetlenmesi tedbiri düzenlenmiştir. Polis, devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Anayasa düzenine ve genel
güvenliğine ilişkin önleyici ve koruyucu tedbirleri almak, emniyet ve asayişi
sağlamak üzere, ülke seviyesinde istihbarat faaliyetlerinde bulunur, bu amaçla
bilgi toplar, değerlendirir, yetkili mercilere veya kullanma alanına ulaştırır.
Devletin diğer istihbarat kuruluşlarıyla işbirliği yapar. Söz konusu görevlerin
yerine getirilmesine yönelik olarak, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası’nın
geçici 14’üncü maddesi uyarınca, TCY’de yer alan; örgüt etkinlikleri
çerçevesinde işlenen uyuşturucu ve uyarıcı madde imal ve ticareti suçu; suçtan
kaynaklanan malvarlığı değerini aklama suçu; haksız ekonomik çıkar sağlamak
amacıyla kurulmuş bir örgütün etkinliği çerçevesinde cebir ve tehdit
uygulanarak işlenen suçlar; TCK’nın 305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332
maddeleri ile casusluk suçları dışında, devletin güvenliğine anayasal düzene ve
bu düzenin işleyişine, milli savunmaya ve devlet suçlarına karşı suçlar suçlar
bakımından suçların önlenmesi amacıyla iletişimin denetlenmesi tedbirine
başvurulabilir.
Bu madde
hükümlerine göre yürütülen ekinlikler çerçevesinde elde edilen kayıtlar,
PVSY’nin ek 7’nci maddesinin 7’nci fıkrası uyarınca, emniyet ve asayiş ile kamu
düzenini sağlamak, korumak, kollamak, suçun işlenmesini önlemek için gerekli
tedbirleri almak ve uygulamak gibi amaçlar dışında kullanılamaz. Başka bir
deyişle bu tedbir yoluyla elde edilen kanıtlar bir ceza kovuşturmasında kanıt
olarak kullanılamaz. Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 17.05.2011 tarihli
2011/9-93 Esas, 2011/95 Karar sayılı kararında “Yerel mahkeme tarafından,
içeriği hükme esas alınan Van Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesi'nin 16.12.2005 gün ve
553 sayılı iletişimin tespiti kararının, 5397 sayılı Yasa’nın 2’nci maddesi ile
2803 sayılı Yasaya eklenen Ek 5’inci madde uyarınca verilen önleme dinlemesi
kararı niteliğinde olması karşısında, bu şekilde ulaşılan bulgular, yukarıdaki
açıklanan ilkeler doğrultusunda ceza yargılamasında kanıt olarak
kullanılamayacağından” denilmek suretiyle bu hususa işaret edilmiştir.
b- Öte yandan
CYY’nin 217’nci maddesinin 2’nci fıkrası, “yüklenen suç, hukuka uygun bir
şekilde elde edilmiş her türlü delille ispat edilebilir” hükmünü içermektedir.
Kanıt yasaklarına ilişkin sınırlamalar herkesi, özellikle Cumhuriyet savcısını
da bağlar. Cumhuriyet savcısı, yasa insanı olarak kanıt elde etme yasaklarına
uymakla yükümlüdür ve kanıtın hukuka uygun olup olmadığını değerlendirmeye de
yetkilidir. Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kuruluna göre, “Yasa dışı elde edilen
bir kanıtın soruşturma ve kovuşturma aşamalarında kullanılmasına olanak
bulunmamaktadır” (3.07.2007, 23/167). Dolayısıyla hukuk dışı elde edilen
kayıtların sulh ceza yargıçlığınca tutuklama gerekçesi yapılması öncelikle
hukuka aykırıdır. Bu ses kayıtları, hukuka aykırı yollarla elde edildiğinden
yukarıda değinilen buyurucu hukuk kuralları karşısında bunların aleyhe kanıt
olarak kullanılması olanaksızdır.
Kaldı ki,
PVSY’nin Ek 7’nci maddesinin 7’nci fıkrası uyarınca uygulanan iletişimin önleme
amaçlı denetlenmesi tedbiri, emniyet ve asayiş ile kamu düzenini sağlamak,
korumak, kollamak, suçun işlenmesini önlemek için gerekli tedbirleri almak ve
uygulamak gibi amaçlar dışında kullanılamaz. Başka deyişle bu tedbir yoluyla
elde edilen kanıtlar bir ceza yargılamasında hiçbir biçimde kullanılamaz.
Dahası, yasak
kanıt kapsamında kalmasalardı bile bunlar yine de kanıt olarak kullanılamazdı.
Çünkü bu kayıtta geçen sözler, yukarıda belirtildiği üzere, bir düş ürünüdür.
Asla olguyu temsil edemez. Ayrıca akla ve mantığa uygun değildir.
Yargı, düş ürünü kantlarla zan üzerine hüküm
kuramaz.
Soruşturma
evresi sürecinde de birçok hukuka aykırılıklar yaşanmıştır.
Ceza
yargılamasının sağlıklı yürütülebilmesi ve/ya ileride verilecek hükmün yerine
getirilebilmesi, özellikle şüpheli kişinin ya da sanığın, duruşmada hazır
bulunmasını, kanıtların karartılmamasını sağlamak amacıyla kişinin suçluluğu
yargı kararıyla belirlenmeden önce yargılama etkinliği sırasında kuşkusuz kimi
koruma önlemlerine başvurulabilir. Her biri bir ya da daha çok temel hakka
dokunan bu önlemlerin CYY’nin 4’üncü “Kısım”ında ’Koruma
Tedbirleri (önlemleri)” başlığı altında ayrıntılı
biçimde (m. 90- 140) düzenlenmesinin temel nedeni de budur. O halde bu
önlemlerin uygulanmaları durumunda çok özenli olmak, ilgilileri zarara
uğratmayacak, zorunlu olarak incitecekse en az incitecek biçimde bir yöntem
izlenmek gerekir. Bu nedenle kimi çağımız Alman yazarları, bu önlemleri haklı
olarak “temel hak müdahaleleri” diye
adlandırmışlardır (Sözgelimi, Amelung, Kühne, Ruping, Roxin,
Krey, iletenler: Centel/Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku,
İstanbul, 2014, s. 319).
Bu nedenlerle
koruma önlemlerinde kimi özellikler ve uygulama koşulları aranmıştır.
Birinci olarak
"koruma önleminin yasallığı ilkesi" gereğince bu türden önlemler,
temel haklara müdahalenin sınırlarının yasayla belirlenmesi ilkesi gereğince
yasalarda ayrıntılı olarak düzenlenmek gerekir.
Ancak bu yetmez. Koruma önlemi, sadece
yasal, yani hukuka uygun değil; ayni zamanda geçici, araç, geciktirilemez,
orantılı, ölçülü olmalı, haklılık görüntüsü vermelidir ve aşağıdaki koşullara
uymayı uygulamacıya zorlamalıdır.
a-Koruma önlemi
haklara ve özgürlüklere sınırlama getirdiği için, sözgelimi gözaltı ve
tutuklamada olduğu gibi, her şeyden önce "GEÇİCİ OLMALI" (CYY, m. 91/1, 102/1-2); yargı hükmü
kesinleşince kesinlikle sona ermelidir.
b-Koruma önlemi,
sadece kanıtlara ulaşma ve ulaşılan kanıtları koruma, başka bir işlemin
gerçekleşmesine yarayacak biçimde ve sadece bir “ARAÇ
OLMALI”; asla bir amaç olmamalıdır. Nitekim
yakalama, tutuklama için araçtır. Tutuklama ise sanığın duruşmada hazır
bulunmasını, kanıtların ortaya konmasını sağlamak için bir araçtır. O kadar.
CYY’de özellikle tutuklama önlemi, hak ve özgürlükleri sınırlayan ve doğurduğu
sonuçlar bakımından sonradan giderilmesi olanaksız bulunan en ağır önlemdir. Bu
yüzden daha hafif önlemlerle şüphelinin ya da sanığın kaçmaması ya da kanıtları
karartmaması amaçlarını gerçekleştirmek olanaklı ise tutuklama önlemi
uygulanamaz, aynı işlevi yerine getirecek seçenek
önlemlere, özellikle adli kontrol önlemine başvurulmak gerekir. Yasa’nın buyruğu da
budur (CYY, m. 109/3). Nasıl ki, tıpta iyileştirme amacını gerçekleştirmek için
antibiyotik tedavisi yeterli olduğunda hastanın gözü ameliyatla alınamazsa
hukukta da aynı amaca hak ve özgürlükleri daha az sınırlayan bir önlem ile
ulaşılabilecekse, ağır önleme asla başvurulamaz. Nitekim CYY’nin sözgelimi,
adli kontrole ilişkin gerekçesinde bu husus
özellikle vurgulanmıştır: “Kurum, şüpheliyi
hürriyetten yoksun hale getirmemekle birlikte aynı sonuçların elde
edilebileceği hallerde adli kontrole hükmetmek gerekecektir.” Bu nedenle
adli kontrol önlemi, tutuklama önlemiyle ulaşılmak-istenen amaçları sağlamaya
yetecekse tutuklama yoluna gidilmesi olanaksızdır; gidilirse hak ihlali doğar.
Ayrıca bu durum, Anayasa (m. 36) ve AİHS’nin (m. 6/2) buyurduğu adil yargılanma
hakkının temel ilkelerinden biri olan “suçsuzluk karinesinin de doğal bir
sonucudur.
c-Koruma önlemi
“GECİKTİRİLEMEZ OLMALI”dır. Gecikildiği takdirde yargılamada önlemden beklenen
yarar elde edilememelidir.
d-Koruma önlemi,
işin önemi ile olası ceza arasında “ORANTI/ÖLÇÜLÜLÜK
OLMALI”; yani araç ile amaç arasında denge ve uyum bulunmalıdır. Hukuk
devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin gereği olarak önlemin uygulanıp
uygulanmaması, hedeflediği amaç açısından elde edilecek yarar ile doğacak zarar
arasında duyarlı bir orantının/ölçünün/dengenin bulunmasına
bağlıdır. Bu nedenle önlem, bireye gereksiz ve aşırı yük getirmemeli
(sözgelimi, CYY, m.100/1, 4, 109 gibi), vaktiyle Jellinek’in dediği gibi,
“polisin bir kırlangıcı topla vurmaması” gibi önkoşulların gerçekleşmesi
durumunda uygulanmalıdır. Yasa, bu ilkeye, bütün önlemlerde yer vermiştir.
Sözgelimi, tutuklama önlemi, işin önemi ile verilmesi beklenen ceza (adli para
cezası gibi) orantılı değilse, yani daha hafif bir önlemle, sözgelişi güvence
gösterilmesiyle amaca ulaşılabilecekse uygulanmayacak; tutuklama koşulları
varsa ve fakat adli kontrol yeterli ise adli kontrol uygulanması gerekecektir
(CYY, m.100/1,4, 109).
e-Koruma önlemi,
“HAKLILIK GÖRÜNTÜSÜ” vermelidir. Zira her
önlem, içinde haksızlık potansiyelini barındırır. Bu nedenle çoğu zaman “güçlü kuşku” aranmıştır. Önlem haklılık görüntüsünü verebilmelidir. Her önlem,
haksızlık potansiyeli taşıdığından CYY, çoğu kez “kuvvetli
şüphe” gibi nitelemelerle önleme başvurmanın haklılık görüntüsünü
vermesini aramıştır.
f-Koruma önlemi,
“BİREYSELLEŞTİRİLEBİLİR” olmalıdır.
Türk Anayasa
Mahkemesi, tıpkı ceza yaptırımı gibi, yerinde olarak koruma önleminin de
bireyselleştirilebilir, kişiselleştirilebilir olması gerektiğini vurgulamıştır:
“Tutuklamanın devamına karar verilirken, davanın genel durumu yanında,
tahliyesini talep eden kişinin özel durumunun dikkate alınması ve bu anlamda
tutukluluk gerekçelerinin kişiselleştirilmesi bir zorunluluktur. Başvurucunun
tahliye taleplerini inceleyen mahkemeler, bu talepleri reddederken
gerekçelerini yeterince kişiselleştirmemiş, aynı zamanda milletvekili seçilmiş
olan başvurucunun kaçacağına ya da delilleri karartacağına dair inandırıcı
somut olgular ortaya koyamamıştır (...) Aynı davada yargılanan bazı sanıkların
durumlarından hareketle genelleme yapılarak diğerlerinin de aynı davranışta
bulunabileceğini varsaymak, kişiselleştirmeyi
engellediği gibi, özgürlüğün esas, tutukluluğun istisna olduğu yönündeki
anlayışla da bağdaşmaz. Bu çerçevede tutukluluğun devamına ilişkin kararlarda
ileri sürülen gerekçelerin ilgili ve yeterli olduğu söylenemez (...) Bu
durumda, tutukluluğun devamına karar verilirken yargılamanın tutuklu
sürdürülmesinden beklenen kamu yararı ile başvurucunun seçilme ve (örneğin)
milletvekili olarak siyasi faaliyette bulunma hakkı arasında ölçülü bir denge
kurulmalıdır.” (AYM, 4.12.2013, Bireysel Başvuru n. 2012/1272 (Balbay Kararı),
paragraf n. 116-118).
Hak ve özgürlük
ihlalinin doğmaması için Anayasa Mahkemesinin bu kararının gözetilmesi
zorunludur.
Bu ilkelerin ve
Yasa’da düzenlenen kimi kurumların ışığında somut olayda yapılan kimi işlemler
değerlendirildiğinde aşağıdaki sonuçlar ortaya çıkmaktadır:
a-Kaçma kuşkusuyla gıyabi tutuklama
Gaiplik, hazır olmama, mevcut bulunmama durumudur. Gaip, hazır olmayan, mevcut bulunmayan kişidir.
CYY’ye göre, 1) bulunduğu yer bilinmeyen ya da 2) yurt dışında bulunup da
yetkili mahkeme önüne getirilemeyen yahut da 3) yetkili mahkeme önüne
getirilmesi uygun bulunmayan sanık gaip sayılır (m.244/1).
Kaçaklık, ulaşılamama, saklanma durumudur. Kaçak, hakkındaki kovuşturmanın sonuçsuz kalmasını
sağlamak amacıyla yurt içinde saklanan ya da yabancı ülkede bulunan ve bu
nedenle mahkeme tarafından kendisine ulaşılamayan kişidir (CYY, m.247/1). Buna
göre, kovuşturmanın sonuçsuz kalmasını sağlamak amacıyla kendilerine
ulaşılamayan şu kişiler kaçak sayılır: 1) Yurt içinde saklanan kişi, 2) yabancı
ülkede bulunan kişi. Her iki durumda da sanığın nerede bulunduğu belli
değildir. Yasa’nın gerekçesine göre, hem gaip ve hem de kaçak, kendilerine ulaşılamayan sanıktır. Ancak, yine
gerekçeye göre, gaip kendisine ulaşılamama durumunu bilinçli olarak
yaratmamıştır, olasılıkla hakkında soruşturma yapıldığından da habersizdir. Kaçak
ise kendisine ulaşılamamasını bilerek ve isteyerek, yani bilinçli olarak
gerçekleştirdiği için yokluğunda (gıyabında) yargılanabilmektedir.
Ancak burada
unutulmaması gereken iki durum bulunmaktadır:
Birincisi şudur:
Kaçak olma bir statüdür; bu statüyü belirlemek, ancak kovuşturma evresinde söz
konusu olabildiğinden en azından kovuşturmanın başlaması gerekir ve sanığın
kaçak olduğuna bu evrede belli bir prosedür sonucunda karar verilir (m. 247).
İkincisi de
şudur: Yurt dışında bulunan sanığın gaip ve dolayısıyla kaçak sayılabilmesi
için, kendisi hakkındaki kovuşturmanın sonuçsuz kalmasını sağlamak amacıyla
orada bulunması ve bu nedenle mahkeme tarafından kendisine ulaşılamaması,
yetkili mahkeme önüne getirilememesi gerekir.
CYY sistemi, yoklukta yargılamayı dışladığından, gaipler
hakkında yapılabilecek işlemler, istisnaidir ve sınırlıdır: Kanıtların
ele geçirilmesi ya da korunması amacıyla arama, el koyma gibi koruma önlemleri
(m. 244), mahkeme önüne gelmesi ya da adresini bildirmesi için uygun bir
iletişim aracıyla ihtar (m. 245), duruşmaya gelmesi durumunda tutuklanmayacağı
hususunda bir güvence belgesi verme (m. 246). Kaçaklar hakkında hangi suçlardan
dolayı yargılama (kovuşturma) yapılacağı Yasa’da, bir suç kataloğu olarak
gösterilmiştir. 2004/5271 sayılı CYY, kural olarak
sanığın yokluğunda tutuklama kararı verilmesi olanağını tanımamıştır. Ancak,
istisnai olarak, sulh ceza yargıcı ya da
mahkemece kaçak hakkında yokluğunda tutuklama kararı
verilebilir (m. 248/5 ve 5320 sayılı Ceza Yargılaması Yasasının Yürürlük
ve Uygulama Şekli Hakkında Yasa, m. 5/2). Yeri gelmişken belirtelim ki, burada
yadırganası, hatta çarpık ve anlaşılamaz bir durum vardır: Kaçaklığa kovuşturma
evresinde karar verilebildiği (m. 247), soruşturma evresinde kaçaklığa karar
verilmesi söz konusu olmadığı halde CYY’deki sulh ceza yargıçlığından söz
edilmesidir ve bu durum öğretide haklı olarak eleştirilmektedir (Centel/Zafer,
s. 875).
Bu düzenlemeler
karşısında somut olay değerlendirildiğinde aşağıdaki sonuçlara ulaşılmaktadır:
b-Şüpheli Fetullah Gülen hakkında yakalama emri
CYY, “çağrıya karşın
gelmeyen” ya da “çağrı yapılamayan” şüpheli hakkında soruşturma evresinde ya da
yakalama emri düzenlenebileceğini öngörmüştür (m. 98). Ancak Şüpheli Fetullah
Gülen hakkındaki yargılama henüz soruşturma evresindedir ve adı geçenin yurt
dışındaki adresi yayın organları ve müdafi tarafından yetkililere
duyurulmuştur. Adresi belli olan bir kişinin 10 yılı aşkın süredir yurt dışında
oturması, tekrar ülkeye dönmemesi ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşaması
elbette kendisine ulaşılamayacağı anlamına gelemez. Kaldı ki, Fetullah Gülen,
hakkında açılan bir dava, 2008 yılında beraatla sonuçlanmıştır. Bu davada
Yargıtay, “zamanaşımını kesen son usuli işlem olan
yurt dışında talimatla savunmanın 28.11.2011 tarihinde alındığı"ndan
söz etmiştir (YCGK, 24.06.2008, 82/181).
Bu durumda 2001
yılında yurt dışında ifadesi talimatla alınabilen Şüpheli Fetullah Gülen hakkında
2014 yılında İstanbul 1’inci Sulh Ceza Hâkimliğinin 2014/3025 değişik iş
numaralı ve 19.12.2014 tarihli kararında geçen ve bir varsayıma dayanan gerekçesi
mantığa aykırı ve zorlama bir gerekçedir, dahası yargıya güveni sarsıcı
niteliktedir: “Şüphelinin 10 yılı aşkın süredir
yurt dışında ikamet ettiği, bir daha ülkeye dönmediği, Amerika Birleşik
Devletleri ülkesinde yaşadığı dikkate alınarak şüpheliye ulaşılamaması ve
savunmasının tespitinin mümkün olmaması.”
Böylesine akıl
ve hukuk dışı bir gerekçeyle, terör örgütü kurma ve yönetme suçundan CYY’nin 94
ve 100’üncü maddeleri uyarınca Şüpheli Fetullah Gülen hakkında yakalama emri
çıkarılmasına karar verilmiştir.
Özetle çağrı yapılmadan ve dolayısıyla ulaşılamama
durumu somut olarak ortaya konmadan, varsayıma dayalı bir gerekçeyle yakalama emri
çıkartılması yukarıda belirtilen hükümlere aykırıdır.
Bunların yanı
sıra “Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye Cumhuriyeti
Arasında Suçluların Geri Verilmesi ve Ceza İşlerinde Karşılıklı Yardım
Antlaşması”nın (RG, 20.11.1980, s. 17166) iki ülke arasında yapılacak
karşılıklı yardımın kişilerin ifade ve beyanlarının alınmasını öngören hükmüne
(m. 21/3-b) de uyulmamıştır.
c-
Şüpheli Fetullah Gülen hakkında gıyabi tutuklama
Yukarıda da
değinildiği üzere kaçaklığa ancak kovuşturma
evresinde ve 247’nci maddede öngörülen koşullarla karar verilebildiğine, bir
kişinin salt yurt dışında bulunması bu koşuların gerçekleşmesine yetmeyeceğine
göre, Şüpheli Fetullah Gülen hakkında gıyabi tutuklama kararı CYY’ye aykırıdır.
Öte yandan uygulamada yakalama emrinin gıyabi tutuklama kararı yerine
kullanılması ve yakalama emrinde tutuklama kararı verilmesinin ön koşullarını
yargıçların düzenlemesi yanlıştır; bu durum öğretide haklı olarak
eleştirilmektedir (Feridun Yenîsey ve Ayşe Nuhoğlu, Ceza Yargılaması Hukuku
Ders Kitabı, İstanbul, 2014, s. 448).
d- Şüpheli Ekrem Dumanlı hakkında adli
kontrol
Ağırlıklı olarak
Fransa’dan alman, Alman ve İtalyan hukuku da gözetilerek kotarılan adli
kontrol, tutuklama yerine geçen ve uygulanan bir önlemdir. Bu önlemin
uygulanması için zorunlu ve vazgeçilemez biricik koşul, tutuklamanın koşullarının gerçekleşmiş, var
ve sürüyor olmasıdır. Bir başka deyişle adli
kontrole doğrudan başvurulduğu takdirde tutuklamanın koşullarının gerçekleşmiş;
tutuklamanın verine uygulandığı takdirde ise tutuklama koşullarının sürüyor
olması zorunludur. Bu konuda CYY’nin 2012/6352 sayılı Yasa’nm 98’inci
maddesiyle değiştirilen hükmün sözel anlatımı, yorumu gerektirmeyecek denli
çıplak mantıkla bile anlaşılabilecek biçimde açıktır: “Bir suç sebebiyle yürütülen soruşturmada, 100 üncü maddede
belirtilen TUTUKLAMA SEBEPLERİNİN VARLIĞI HALİNDE, şüphelinin tutuklanması
yerine adlî kontrol altına alınmasına karar verilebilecektir.’’
Bu düzenleme,
elbette çok yerindedir. Çünkü tutuklama ile adli kontrol kurumlarının
gerçekleştirmek istedikleri amaç özdeştir, aynıdır. Bu
yüzden tutuklama ile ulaşılacak amaca adli kontrol önlemi ile ulaşılabilecekse
tutuklama önlemine başvurulamayacak, elbette hakları ve özgürlüğü daha az
örseleyecek olan adli kontrol önlemiyle yeten ilecektir. Bu nedenle adli kontrol önlemine, ister tutuklama verine
doğrudan başvurulsun, ister bu önlem CYY’nin 102’nci maddesinde gösterilen
yasal tutukluluk süreleri dolduğu için salıverilenler hakkında uygulansın (CYY,
m. 109/71, ancak ve ancak tutuklama
koşullarının gerçekleşmesi durumunda uygulanabilecektir. Zira adli
kontrol de özgürlük değerini sınırlayan bir önlemdir ve tutukluluğun
denetlenmesi yollarından biridir (CYY, m.109, 110).
Bu konuda
öğretide ve uygulamada tam bir görüş birliği bulunmaktadır.
Oysa Şüpheli
Ekrem Dumanlı, sorgusu yapıldıktan sonra, İstanbul 1’inci Sulh Ceza
Yargıçlığınca (18.12.2014, sorgu n. 2014/334) aşağıdaki sözcükleri
değiştirilmeden yansıtılan gerekçeyle adli kontrol kapsamında “yurt dışına
çıkmama” yükümlülüğü altına alınmıştır:
“Şüphelilerden
Ekrem Dumanlı’nın üzerine atılı suçu işlediği yönünde bu aşamada tutuklanmayı gerektirecek ölçüde kuvvetli suç şüphesine
dayalı somut deliller bulunmadığından, adli kontrol hükümlerini yeterli
olacağı, tutuklamanın ölçülü olmayacağı kanaatine varılmakla İstanbul C.
Başsavcılığının tutuklama talebinin reddine”,
“Şüpheli Ekrem
Dumanlı hakkında CMK 109/3-a. maddesi uyarınca “yurt dışına çıkmamak” suretiyle
adli kontrol altına alınmasına”,
“Şüphelinin adli
kontrol hükümlerini ihlal etmesi halinde 5271 sayılı CYY’nin 112’nci. maddesi
gereğince hakkında yakalama emri çıkarılacağının ihtarına (ihtarat yapıldı)”,
“Şüpheli
hakkında verilen adli kontrol kararının, hakkında başka bir karar verilinceye
veya kamu davası açıldığı takdirde iddianamenin kabul edilinceye kadar
devamına”.
Yukarıda sunulan
bilgilerin ışığında aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır:
aa-Yasaya/hukuka aykırılık ve hak ihlali: “...tutuklanmayı
gerektirecek ölçüde kuvvetli suç şüphesine dayalı somut deliller
bulunmadığı...” yargısına ulaşan Mahkemenin daha sonra adli kontrol
yükümlülüklerinden biri olan “yurt dışına çıkmama”ya karar vermesi CYY’nin
109’uncu maddesine özüne ve sözüne açıkça aykırıdır ve yasal değildir;
Anayasa’da güvence altına alınan seyahat özgürlüğünün de ihlalidir (m. 23).
bb- Çelişki ve gerekçeden yoksunluk: Ayrıca Mahkeme,
bir çelişkiye de düşmüştür:
Mahkemenin
anlatımıyla hem “kuvvetli suç şüphesine dayalı somut
delillerin yokluğundan hem de "adli
kontrol hükümlerini” uygulamaktan söz
etmek gerçekten bir iç çelişkidir.
Fransız
Yargıtayının 15 Ocak 1894 tarihinden bu yana tam 121 yıldan beri mantığın
gereği olarak sürekli ve sıklıkla başvurduğu ünlü deyişiyle “çelişik nedenler birbirlerini yok ettikleri için geriye
hiçbir şey kalmaz” (les motifs contradictoires
se detruisent reciproquement, done, il ne reste plus rien); bir başka deyişle kurulan hüküm
gerekçeden yoksun kalır (Mimin, Le Style des
jugements, Paris, 1978, s. 388, 389).
Bu nedenle
Mahkemenin kararı gerekçesizdir.
cc-Yasaklanma kararı hemen kaldırılmalı: Bütün bu
veriler ve soruşturma evresinde bulunulduğu gözetilerek, yargılamanın
yürüyüşünü hukuka uygun kılmak için, şüpheli Ekrem
Dumanlanın isteği üzerine ya da kendiliğinden cumhuriyet savcısının ya
da sulh ceza yargıcının “yurt dışına çıkmama kararanın hemen kaldırılması
zorunludur (CYY, 33, 103/2, 110/2-3).
e-
Şüpheli Fetullah Gülen’in geri verilmesi
Suçluların geri
verilmesi konusu, olayımızda suç işlediği ileri sürülen Fetullah Gülen’in
Türkiye’ye bulunduğu yabancı devletin, ABD’nin ülkesinden suç işlediği ileri
sürülen Türkiye’ye geri verilmesiyle ilgilidir.
Geri verme
kurumunun amacı, suçluların, bir başka deyişle suç işlediğinden kuşku duyulan şüpheli, sanık ya da hükümlülerin başka bir ülkeye kaçarak cezadan kurtulmasını
önlemektir ve elbette doğru bir kurumdur.
Suçluların geri
verilmesi konusunda başlıca kaynaklar, Türk Ceza Yasası (m.18), Avrupa Konseyi
tarafından hazırlanan “Suçluların Geri Verilmesine
Dair Avrupa Sözleşmesi”, birçok
devletle yapılan uluslararası sözleşmeler; elbette Amerika Birleşik Devletleri
ile yapılan geri verme sözleşmesidir. Sözleşme hükümleri, iç hukuk
kurallarından üstündedir.
Suçluların geri
verilmesi için yargılanması ya da infazı söz konusu olan suçun belli ağırlıkta
olması ve failin vatandaş, suçun düşünce suçu, siyasi suç, sırf askeri suç,
mali suç olmaması; Türkiye’nin yargılama yetkisine giren suç olması,
zamanaşımına ya da affa uğramamış olması gibi geri vermeye engel olan
nedenlerin bulunmaması koşullarının gerçekleşmesi gerekir.
ABD
ile Türkiye arasında 20 Kasım 1980 tarihli ve 17166 sayılı Resmi Gazete’de
yayımlanan “Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye Cumhuriyeti
Arasında Suçluların Geri Verilmesi ve Ceza İşlerinde Karşılıklı Yardım
Anlaşması”
bulunmaktadır (RG, 20.11.1980, 17166).
Şüpheli Fetullah
Gülen hakkında geri verilmesi işlemi belirtilen yazılı hukuka göre
yapılacaktır. Her şeyden önce geri verilmesi istenen Şüpheli Fetullah Gülen
hakkında Türkiye’de ya da başka ülkede işlenen bir suç nedeniyle soruşturma
açılması gerekir. Sözleşmeye ekli listede yer almayan suçların alt sınırı bir yılı
aşan bir hapis cezası olmalıdır. Listede yer alan suçlar arasında Şüphelinin
işlediği ileri sürülen sahtecilik ve suç örgütü kurma eylemleri konusunda
Türkiye makamları, işlendiği yer ve zamanı belirterek ABD makamlarından
diplomatik yoldan elbette istekte bulunabilirler. Geri verme isteğinin reddine
ilişkin konular Sözleşmenin 3 ve onu izleyen maddelerinde gösterilmiştir.
Siyasal, sırf askeri, affa ve zamanaşımına uğramış suçların, isteğin samimi
olmaması ya da verilen bilgi ve kanıtların yetersiz bulunması, suçun istenilen
devlette işlenmiş sayılması, istenilen devletin yargı yetkisinin bulunması ve o
suçla ilgili kesin hüküm bulunması durumlarında isteğin reddedileceği
unutulmamalıdır.
Geri verilmesi
istenen kişi hakkında istisnai olarak koruma önlemlerine başvurulabilir (TCY,
m. 18/7). Ancak böyle bir istekten önce söz konusu Sözleşme’nin 2Tinci
maddesine göre ABD’deki adresi belli olan şüphelinin dinlenmesi gerekir.
Daha sonra
değinileceği üzere, Şüpheli Fetullah Gülen hakkında temelsiz kanıtlarla hükümeti
düşürmeye kalkışma vb. siyasi suçlardan dolayı kovuşturma yapılması
gündemdedir. Bu tür suçlar, siyasal suçlar ve işleyenler siyasal suçlu olup
geri verilmeleri de olanaksızdır. Bu istisnayı aşmak amacıyla yapay biçimde
tevatür kipiyle oluşturulmaya çalışılan terör örgütü kurma suçlaması ise ABD
makamlarınca değerlendirme yapılırken olasılıkla Türkiye’yi gülünç duruma
düşürecek niteliktedir.
f-Şüpheli
Hidayet Karaca’nın tutuklanması
aa-Nedeni:
kaçma kuşkusu
Bilindiği üzere
şüpheli ya da sanığın kişinin özgürlüğünün “kesin yargıdan (hüküm) önce, yargıç
kararı ile sınırlandırılarak tutukevine konmasına tutuklama denir. Tutuklama,
koruma önlemleri içinde haklara ve özgürlüklere en ağır sınırlama getiren
önlemdir. Bu yüzden gerek Anayasa ve gerek uluslararası sözleşmelerle de ayrıca
düzenlenmek gereği duyulmuştur. Birçok açıdan tutuklama, en yakın önlemlerden,
sözgelimi yakalama ya da gözaltına almadan ayrılır. Tutuklama için “kuvvetli/güçlü kuşku”
aranırken, yakalama için “başlangıç kuşkusu”
(basit şüphe) yeterlidir; savcının tutuklama işlemini yapması AİHM’nin yerleşik
içtihatlarıyla özgürlük ve güvenlik hakkıyla ilgili (AİHS, m. 5/3) hak ihlali
sayıldığı (4.12.1979 tarihli Schisser-İsviçre kararı (Serie A, no.34); 23.10.1990
tarihli Huber-İsviçre kararı (Serie A, no.188) ve 23.11.2010 tarihli Moulin-Fransa kararı) halde, yakalama ve
gözaltına alma için yargıç kararı aranmamaktadır. Yakalamada 24 saat gibi kısa
bir süre öngörülmüşken, tutuklamada 6 ay ve hatta uzatmalarla 5 yıllık süreler
öngörülmüştür. Tutuklamaya, kişi özgürlüğüne ağır bir müdahale oluşturması
nedeniyle soruşturma evresinde yargıç, kovuşturma evresinde mahkeme karar
verir. Ceza yargılamasında tutuklama AÎHS, Anayasa ve yasalara uygun olarak
yapılmadığı zaman haksız tutuklamadan söz edilir ve bu işleme maruz kalan
kişiye tazminat ödenmesi (CYY, m. 141 vd.) gündeme gelir. Bu nedenlerle
yukarıda belirtilen ve koruma önlemlerinde aranan
amaç değil araç ve geciktirilemez olma ile haklılık görüntüsü verme, araç ile
amaç arasında denge ve uyumluluk, orantı/ölçülülük bulunma özelliklerine tutuklamada
daha çok özen gösterilmesi gerekir.
Tutuklama
önleminin amacı, şüpheli ya da sanığın yargılamada hazır bulunmasını ve böylece
olası mahkûmiyet hükmünün infaz edilmesini ve maddi gerçeğe ulaşılmasını sağlamak
ve kanıtların karartılmasını önlemektir.
Öğretide ve
AİHM’nin kararlarında da sık sık yansıtıldığı üzere baştan belirtelim ki, ülkemiz uygulamasında tutuklama amacından saptırılmış; daha
çok “İkrarı sağlamak\ “öç almak’, “devletin gücünü göstermek" “sanığın kulağına küpe olmasını sağlamak için korkutmak"
“toplumsal tepkiyi yatıştırmak’ amaçlarıyla
uygulanmaktadır. Dolayısıyla ülkemizde tutuklama önlemi, önlem olmaktan çıkmış,
bir tür “öne alınmış ceza”ya
dönüştürülmüştür. Türkiye, tutuklama konusundaki hukuk bilincini hak ve
özgürlükler bağlamında yükseltmek zorunda olan bir ülkedir.
Bir insanın
tutuklanması için her şeyden önce bir suçu işlediği, işlenmesine katıldığı, en
azından teşebbüs ettiği yolunda güçlü kuşkular bulunması
gerekir. Bir başka deyişle şüpheli kimsenin kaçacağına ya da kanıtları
karartacağına ilişkin somut kanıtların bulunması ve bu nedenlerin somut var
oluşlarının tutuklama gerekçesinde açıkça yansıtılması gerekir (AİHM,
Boicenco/Moldova, Memedova/Rusya kararları). Bu da yetmez. Yasa’da belirtilen koşulların da bulunması gerekir. Onlardan biri de kaçmadır (ve saklanma)
ve ceza yargılama hukukunda kaçmanın tanımı özenle yapılmıştır ve
bellidir: “Kaçma, sanığın, adli makamların çağrısına karşın yargılama işlemleri
için gerekli olduğu zaman hazır bulunmayı kasten olanaksız kılmasıdır” (Glaser,
iletenler: Centel/Zafer, s. 346).
Elbette kaçma
kuşkusu, tutuklamanın ontik koşullarından
biridir. Ancak yargılamaya konu olan suçtan dolayı verilmesi olası ceza ve
miktarı tek başına kaçma kuşkusunun kabulü
için asla yeterli bir neden olamaz. Şüpheli ya da sanık, kaçmış ya da saklanmış
olmasa bile, tutuklanması için kaçacağı ya da saklanacağı kuşkusunu uyandıran “somut olgular”ın bulunması gerekir (CYY, m. 100/2).
Bu koşul gerçekleşmeden kişinin suçluluğu hakkında güçlü kuşkunun bulunması,
onun tutuklanması için yetersizdir. Kişinin suçluluğu konusunda duyulan güçlü
kuşkunun yanı sıra tutuklama nedenlerinden herhangi birinin bulunması da
gerekir. Yasa’da bu nedenler sayılarak belirlenmiştir. Somut olgular yoksa,
kaçma olayı Yasa’da sayılan olaylarla desteklenmiyorsa şüpheli ya da sanık
tutuklanamaz. Yasa’nın kaçma şüphesini uyandıracak
olguların bulunmasını araması, tutuklamanın somut nedenlere göre yapılmasını
sağlayan bir güvencedir. Kaçma şüphesinin varlığı konusunda Yasa’nın
belirttiği ölçütlere, koşullara özen göstermek gerekir. Kaçma ya da saklanma
şüphesinin bulunup bulunmadığının değerlendirilmesinde, somut olayın bütün
koşulları, özellikle şüpheli ya da sanığın kişiliği, geçmiş yaşamı, ilişkileri
ve eylemden önce ve sonraki davranışları bir bütün olarak göz önünde
bulundurulmak gerekir. Öğretide, suçun işlenmesinden sonra kovuşturma
organlarının kendisine ulaşmasını olanaksız kılacak biçimde yerleşim yerini
değiştirme, kod ad ya da sahte belge kullanma, daha önce başka bir suçtan
dolayı hakkında yargılama yapılırken kaçmış olma, dengesiz kişilik yapısına
sahip bulunma, kaçma hazırlıkları yapma, sahte kimlikle ev kiralama, bulunduğu
yerin devlet sınırına yakınlığı, sıkı ailevi ya da mesleki bağlarına ya da
sabit bir yerleşim yerine sahip olmama gibi durumlar, kaçma şüphesinin
bulunduğuna örnek gösterilmiştir. Ancak bu konuda çok duyarlı olmak gerekir. Bu
durumlar gaiplik ile, özellikle sanığın yokluğu durumları ile asla
karıştırılmamalıdır. Yine öğreti ve uygulamada sanığın kaçmasını engelleyici
nitelikte sağlık sorunlarının bulunması, sabit bir yerleşim ve düzenli bir iş
sahibi olması gibi durumlar da kaçma şüphesinin bulunmadığına örnek
gösterilmiştir. Alman uygulamasında şüphelinin ya da sanığın aile bağlarının güçlü, güvenli iş ve ikametgâh koşullarına
sahip olmasının kaçma isteğini azaltacağı kabul edilmiştir. Özetle
her koşulda kaçma kuşkusunun varlığıyla ilgili gerekçenin mutlaka belirli olgulara, yaşanmış olaylara dayanması
zorunludur. Dolayısıyla tek başına bu konuda bir tahmin,
varsayım ya da beklenti, kaçma
şüphesinin bulunduğuna dayanak yapılamaz (AİHM’nîn kararları: KMR-Muller/Sax/Paulus,
Kleînknecht/Meyer-GofSner, Schmidt,
Kleinknecht/Janischowsky, Neumeîster, Meyer-Go&ner, Karlsruher Kommentar,
iletenler: Centel/Zaufer, s. 346, Öztürk ve arkadaşları, s. 472).
Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesine göre, başlangıçta başvurucunun ağır ceza alabilecek durumda
olması, pilotluk lisansı bulunması ve babasının uçaklara sahip olması kaçma
tehlikesinin varlığına kanıt olarak gösterilmiştir. Ne var ki, Mahkemeye göre
sanığın kaçma tehlikesi, sanığın sadece sınırı geçmesinin mümkün ve kolay
olmasıyla açıklanamaz; tutuklunun kalmaktansa kaçması halinde doğacak
sonuçların kendisine daha az kötü gelebileceğini düşünmek için nedenler
bulunmalıdır; özellikle ağır bir ceza alma riski, sanığın tutukluluk karşısında
sergilediği uyumsuzluk, ülke içinde kurulmuş bağlantılar bulunmaması gibi bir
dizi koşul var olmalıdır. Olayda başvurucu ilk salıverilmesinden sonra birçok
kez yurt dışına çıkmış ve sonra geri dönmüştür. Başvurucunun davranışı kaçma
tehlikesi bulunduğunu göstermemektedir.” (10.11.1969, Stögmüller Kararı).
Ayrıca tutuklama
için var olan nedenler zamanla ortadan kalkabilir ya da geçtikçe zayıflayabilir.
Tutukluluğun yasallığı açısından tutuklanma nedenlerinin sürüp sürmediğinin de
denetlenmesi ve somut olarak bu nedenlerinin varlığının belirlenmesi gerekir
(AİHM, Kreps/Polonya).
Her şeyden önce
belirtmek gerekir ki, Şüpheli Hidayet Karaca’nın yargıç tarafından sorgusu, 4
günlük gözaltı süresi 14 saat aşılarak yapılmıştır. Gözaltı süresinin
doldurulması zorunlu değildir; aşılması ise gözaltında yapılan işlemleri
geçersiz ve hukuku araç kılabilir. Böylesine bir baskının demokratik
yargılamada kabulü olanaksızdır. Zira bu tutum, adil yargılanma hakkının
düpedüz çiğnenmesidir.
Somut olayda Şüpheli Hidayet Karaca, hakkında soruşturma
başlatılacağının basında yer alması üzerine Cumhuriyet
Başsavcılığına kendiliğinden giderek ifade vermek istemiş, hakkında yakalama
kararı olduğunu öğrenmesinden sonra da İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle
Mücadele Şube Müdürlüğüne yine kendiliğinden gitmiştir. Dahası Şüpheli Hidayet
Karaca’nın güvenli ve belirli bir yerleşim yeri ve açık adresi bulunmaktadır.
Bütün bunlar gözetildiğinde tutuklama gibi ağır bir koruma önleminin
uygulanması, bu
olgular karşısında geciktirilemez nitelikte değildir, haklılık
görüntüsü vermemektedir, araç ile amaç arasında dengeden yoksundur. Tutukluluk,
amacın gerçekleştirilmesine uygun bîr araç değildir; orantısız ve ölçüsüzdür.
Türk
Yargıtayının kararların gerekçeli olması konusunda çok duyarlı olması elbette
övülesi bir durumdur. Nitekim ünlü bir kararında YCGK, Eski CYY’nin 34’üncü
maddesine göre, bütün mahkeme ve yargıçlık kararları gerekçeli olmak
zorundadır. Gerekçe; yukarıda da değinildiği üzere, takdirin akla, hukuka ve
dosyaya uygun açıklanmasıdır. Gerek Anayasa’mızda ve gerekse Yargılama
Yasası’nda nelerin gerekçe olabileceği sınırlı bir biçimde sayılmıştır. Bununla
beraber, erteleme konusunda gösterilecek “gerekçe, sanığın kişiliği ile ilgili
bilgi ve belgelerin isabetle değerlendirildiğini gösterir biçimde olmalıdır.
Gerekçelerin açıklanan bu niteliği yasa koyucunun amacına uygun olduğu gibi,
kararı aydınlatmak, keyfiliği önlemek ve tarafları tatmin etmek özelliği de
tartışma götürmez bir gerçektir” (10.5.1993, 141/3) denilerek bu zorunluluk
vurgulanmıştır.
Esasen
Anayasa’nın 141 ve CYY’nin 34 ve 230’uncu maddeleri uyarınca yargıç ve
mahkemelerin ayrıksız bütün kararları ile karşı oyların gerekçeli olması
zorunludur. Bir hükmün gerekçesiz olması kesin (mutlak) bozma nedenidir (CYY,
m. 289/1-g).
Bütün bu
nedenlerle yargıçlar, kararlarının gerekçelerini yeterli açıklık içinde
belirtmekle yükümlüdürler. Gerekçe, hukuka uygunluğu denetleme olanağı sağlar.
İçeriği belirsiz sözcüklere ve kavramlara dayanan gerekçeler, öznel
tarafsızlığın ihlali sayılır ve bu türden gerekçeyle verilen kararlar, başına
buyrukluk tehlikesini artırır. Bu nedenle gerekçe, yargılama boyunca öne
sürülen ve davanın sonucunu etkileyecek biçimde olan iddia ve savunmalara
yanıtlar verebilmeli, olaylar ile hüküm arasındaki bağlantı kurabilmelidir.
Kararın gerekçeli olması, yasa yoluna başvurma olanağını etkili kullanabilmek
açısından davanın taraflarının yararını; mahkemelere güveni sağlamak açısından
kamunun yararını da ilgilendirmektedir. Dolayısıyla demokratik bir toplumda,
toplumun kendi adına verilen yargı kararlarının nedenlerini öğrenmelerinin
sağlanması için gerekçe zorunludur (AİHM’nin Hadjtanassıou/ Yunanistan’a karşı
kararı).
AİHM, gerekçe
kavramını, Sözleşme doğrultusunda (m. 5) davaların hakkaniyete uygun olarak
görülmesi ilkesi çerçevesinde değerlendirmiştir (sözgelimi, 09/12/1994 tarihli Case of Hiro Balani/İspanya). Dolayısıyla her
yargı kararı, gerekçesinde sorunları tek tek yanıtlayıp çözen, mantıki ve
hukuki bütünlük sergileyen bir yapıt olmak zorundadır. Gerekçe, kamuoyunu,
tarafları inandırarak hukukun üstünlüğünü ve hukuka güveni, yargıya inancı,
Yargıtayın hukukçuları eğitme (pedagoji) ve hukukta disiplini ağlama
işlevlerini de yerine getirir.
Gerçekten
AİHM’ye göre, yargı kararlarının gerekçesi, sağlıklı denetim, adil yargılamanın
temel öğelerinden biridir ve bu öğe, AİHS’nin 7 numaralı Ek Protokolce alınmıştır,
yukarıda belirtildiği gibi Anayasa ve CYY, gerekçe konusunu, hiçbir yanlış
anlamaya meydan vermeyecek biçimde düzenlemiştir.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesinin “adil yargılanma hakkı”nı tanımlayan 6’ncı
maddesine yollama yapan Anayasa Mahkemesi de, “Sözleşme metni ile
AİHM kararlarından ortaya çıkan ve adil yargılanma hakkının somut görünümleri
olan alt ilke ve haklar; esasen Anayasa’nın 36’ncı
maddesinde yer verilen adil yargılanma hakkının da unsurlarıdır. Gerekçeli
karar hakkı da makul sürede yargılanma hakkı gibi, adil
yargılanma hakkının somut görünümlerinden biri olup, Anayasa Mahkemesi de
Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok kararında, ilgili
hükmü Sözleşmenin 6. maddesi ve AİHM içtihadı ışığında yorumlamak suretiyle, gerek Sözleşmenin lafzi içeriğinde yer alan gerek AİHM
içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen gerekçeli karar
hakkı gibi ilke ve haklara, Anayasanın 36.
maddesi kapsamında yer vermektedir* diyerek gerekçeli karar hakkının adil yargılanma
hakkının vazgeçilemez bir birleşeni olduğunu belirtmiştir.
Soruşturma
evresinde bile durum böyledir. Sözgelimi, şüphelinin tutuklanmasına soruşturma
evresinde cumhuriyet savcısının isteği üzerine sulh ceza yargıcı tarafından,
kovuşturma evresinde sanığın tutuklanmasına, tutuklamanın sürdürülmesine,
salıverme isteklerinin reddine ilişkin kararlarda ve mahkemece karar verildiği
zaman mutlaka gerekçe gösterilir ve adli kontrol uygulamasının yetersiz
kalacağını belirten hukuksal ve eylemse! nedenlere yer verilir (CYY, m. 101,
102, 221). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de CYY doğrultusundadır; her türlü ve
özellikle tutuklama kararlarının gerekçeli olması gerektiğini vurgulamaktadır.
Uygulamada bunlara uyulmaması, CYY’nin gerekçeyle ilgili maddeleri yokmuş gibi
işlem yapılmasının sonuçları vahimdir, Sözgelişi, bugün ceza infaz kumrularında
yüz binin üzerinde tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır. Bunların yarısından çoğu
tutukludur. Oysa Avrupa’da infaz kurumlarında bulunan tutukluların oranı
ortalama %5’tir.
AİHM'ne göre,
"önceden hukuka uygun bir şekilde suçluluğu kanıtlanmamış olan sanık
hakkında, kendisinin suçlu olduğu görüşünü yansıtan bir yargı kararı verilmiş
olursa, masumiyet karinesi ihlal edilmiş olacaktır". Tutuklamanın
gerekçesinde ya da öbür ara kararlarında ve gerekçelerinde bu hususa dikkat
edilmelidir. Nitekim ülkemizde olgulara dayanmaksızın
sık sık yasa maddelerinde geçen sözcüleri yineleyen ve "suçun gerektirdiği
cezanın miktarı" gibi günü kurtaran peçeleme
gerekçeler gerekçe değil, asıl gerçeği saklayan aldatıcı ve gizli gerekçedir.
Bu nedenle 24.10.1989’da yürürlüğe giren 1988 İtalyan Ceza Yargılama Yasası,
“gerekçede eksiklik ve belirgin mantıksızlık” (m.606/e) deyişine dayanarak
yetersiz gerekçeyle verilen kararlan bozma yolunu Yargıtaya açmıştır.
Özetle gerekçe,
kararın akla uygun, çelişkisiz, inandırıcı açıklamasıdır.
Bütün hukuk
düzeni, dolayısıyla Anayasa, CYY ve AİHS, “gerekçeli
karar hakkı”nı benimsemiştir. AİHM, sürekli olarak kararlarında
“kuvvetli suç şüphesinin sürdüğü”, "suçun önemi”, "şüphelinin tutuklu
kaldığı süre”, "kaçma şüphesinin sürdüğü”, “suçun niteliğine, delillerin
durumuna ve dosyanın içeriğine ilişkin” gibi somut
olgulara dayanmayan, genel, belirsiz, soyut basmakalıp (stereotype) yinelemeleri gerekçe olarak
kabul etmemiş, bunları AİHS’nin “özgürlük ve güvenlik” başlıklı 5/4.
maddesini ihlal olarak değerlendirmiş ve Türkiye’yi, Fransa’yı, Ukrayna’yı
mahkûm etmiştir (AİHM Koşti ve başkaları, Mehmet Özcan ve başkaları,
Leteliier-Fransa, Tomasi-Fransa, Tymoshenko-Ukrayna).
CYY’nin
101’inci maddesine göre, cumhuriyet savcısı tutuklama isteğinde bulunduğu zaman
mutlaka gerekçe göstermek ve adli kontrol uygulamasının neden yetersiz
kalacağını hukukî ve fiili yönleriyle açıklamak; yargıç da tutuklamaya,
tutuklamanın devamına ya da salıverme isteğinin reddine ilişkin kararlarda
hukuki ve fiili nedenler, kısaca gerekçe göstermek zorundadır. Nitekim Anayasa
Mahkemesinin bu konudaki görüşü açıktır: “Bir kişinin gerekçeden
tamamen yoksun bir yargı kararıyla tutuklanması ve tutukluluğun uzatılması
kabul edilemez. Bununla beraber tutukluluğu meşru kılan gerekçeler gösterilerek
bir sanığın tutuklanmasının keyfi olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak
aşırı derecede kısa gerekçelerle ve hiçbir yasal hüküm
gösterilmeden tutuklama karan vermek ya da tutukluluğu devam ettirmek bu
çerçevede değerlendirilmelidir.” (20.03.2014, başvuru
n. 2012/391) ve “Derece mahkemelerince verilen tutukluluğa itiraz
ve itirazın reddine dair kararların gerekçeleri incelendiğinde, bu gerekçelerin tutukluluğun devamının hukuka uygunluğu
ve tutulmanın meşruluğunu haklı gösterecek özen ve içerikte olmadığı ve aynı hususların tekrarı niteliğinde olduğu görülmektedir. Somut
olaydaki tutukluluk halinin devamına ilişkin bu gerekçelerin
ilgili ve yeterli olduğu söylenemez. İlgili ve yeterli olmayan gerekçelere
dayanılarak başvurucuların özgürlüklerinden mahrum bırakıldıkları an ile ilk
derece mahkemesi kararıyla tahliye edilmelerine kadar geçen tutuklu
bulundukları süre makul olarak değerlendirilemez” (21.11.2013,
başvuru n. 2012/1158).
Özetle Şüpheli Hidayet
Karaca’nın somut koşullara göre tutuklanması ve tutukluluğunun sürdürülmesi,
CYY’nin 101’in maddesinin seçenek önlemi öngören adli kontrol ile ilgili Yinci
fıkrasının buyurucu hükmüne; aynı maddenin 2’nci fıkrasında öngörülen ve a)
kuvvetli suç şüphesini, b) tutuklama nedenlerinin varlığını, c) tutuklama
önleminin ölçülü olmasını buyuran ve bu konuda kanıtlarla doğrulanan somut
olgular arayan hükmüne de aykırıdır.
Türk yargısı
adil yargılanma hakkını çiğnediği için Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 2011
yılında 31 milyon, 2014 yılında 90 milyon Euro tazminat ödemek durumunda
kaldığı unutulmamalıdır.
g-Yargıçların
reddi
Yargılama
makamını işgal eden, yargılama yapmak ve sonunda bir karar vermek durumunda
bulunan yargıç, herkesi, kamuoyunu, tarafları tatmin edecek adil bir hükme
varabilmek için, belli niteliklere sahip bulunmalı, özellikle de bağımsız ve
tarafsız; Mecelle’nin deyişiyle “hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn, metîn
olmalıdır”; yani “bilge ve bilgili, kavrayışlı, dürüst/sağlam,
güvenilir, saygın (vakur) ve temkinli, metanetli/dirençli/sabırlı olmalıdır”.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihatlarıyla (özellikle Brameiid ve
Malmström, İncal, Çıraklar, Gerger, Piersack, Padovani, Demikoli, Holm vb. kararları) da pekiştirildiği üzere,
yargıcın bağımsızlığı ve tarafsızlığı, birbirlerinden hem farklı hem de
birbirleriyle iç içe, birbirlerini destekleyici nitelikte kavramlar olup
bağımsız olmayan bir yargıçtan tarafsız bir hüküm kurması beklenemez. Bu
nedenle bağımsızlık ve tarafsızlık ilkeleri, adil yargılanma hakkının temel
koşulu bulunduğundan Anayasa'da, (m. 9, 36, 37, 138, 139, 140, 159), yasaların
üzerinde bulunan uluslararası sözleşmelerde (AİHS, m. 6; İHEB, m. 10; MvSHS, m.
14/1); CYY’de (m. 7, 22, 23, 28, 29, 216), TCY'de (m. 277, 288) yer almıştır.
Yargıcı öbür kamu görevlilerinden ayıran en belirgin özellik, onun bağımsız ve
tarafsız oluşudur. Yargılama, gücünü bağımsızlığından alır.
Öte yandan
yargıçlar görevlerini yapmaktan kaçınamazlar. Ancak yargıçları her davaya bakmaya
zorlamanın da sakıncaları ortaya çıkabilir. Yargıca baskı yapılması kadar,
yapılabilmesi olasılığı da yargıçların bağımsızlığını örseler. Bu nedenle hukuk
düzeni, özellikle yargılama yasaları, yargıçların yargılama yapmaktan kaçınma
zorunluluğu (yasaklık, CYY, m. 22, 22-24, 163; CYY’nin Yürürlük ve Uygulama
Biçimi hakkında Y, m. 11, 289; Seçimlerin Temel Hükümleri Yasası, m. 177) ve
çekinme ya da tarafların ret isteyebilme durumlarını düzenleyerek yargıçların nesnel olmalarını sağlamaya çabalar. Yargıcın nesnelliği, elindeki terazinin tam
tartmasını sağlayabilmek için yargıcın yargılama içi etkilerden ve kendine özgü
kişisel görüşlerden inançlardan korunması, özlü anlatımla “kişilikten
sıyrılmasıdır. Adalet Tanrıçasının gözündeki bağla temsil edilen tarafsızlık,
ancak nesne] olmakla sağlanabilir. Hiçbir kimse ya da
otoriteden buyruk almayan, özgürce karar veren, kararları nedeniyle sorumsuz
olan yargıcın tarafsızlığının güvencelerinden biri de kuşkusuz “yargıcın reddi”
kurumudur. Bu nedenlerle yargıç yargılama etkinliğini sürdürdüğü sürece
ve ret nedeninin öğrenilmesinden itibaren 7 gün içinde ret davası açılabilmesi
(CYY, 25) ve yargıcın reddi kurumu benimsenmiştir.
bb- AİHM içtihadında gelişen nesnel/görünüşte tarafsızlık
kavramı
Yukarıda
serimlenen düzenlemelerden anlaşılacağı üzere, Türk hukukunda daha çok öznel
tarafsızlık konusu düzenlenmiş ve işlenmiştir. Buna karşılık AİHS’nde çekinme
ve ret konularında hüküm bulunmamakla birlikte 6’ncı maddede mahkemenin
“bağımsız ve tarafsız” olma niteliği vurgulanmış olduğundan, yargıçların
bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusunda dikkat çekici bir AİHM içtihadı gelişmiş
ve nesnel tarafsızlığa dayanan “görünüş kuramı” (theorie d’apparence/appearence theory) yerleşik
bir anlayışa dönüşmüştür. Gerçekten bu konuda Türk iç hukukundaki tarafsızlık
anlayışı ile AİHM içtihadına göre tarafsızlık yaklaşımı arasındaki önemli bir
yaklaşım farkı bulunmaktadır. Bizde çekinme nedenleri sınırlı olarak yasayla
belirlenmiş, ret nedenleri ise takdiri nitelikte sayılmıştır. Bu ayrıma AİHM
önem vermemekte, her ikisini de öznel tarafsızlık olarak
görmektedir (Piersack kararı). Zira bu nedenler
yargıçların kişisel tarafsızlıklarıyla ilgilidir; değerlendirme yargıcın
içinde bulunduğu belli bir durum ya da kişisel nedene göre yapılmaktadır. Tersi
kanıtlanmadıkça da yargıç tarafsız kabul edilmektedir. Oysa görünüş kuramında, yani nesnel
yaklaşımda, daha çok mahkemenin oluşum ve örgütlenmesi, mahkeme
üyelerinin görevlerinin önceki görevleri ile bağdaşıp bağdaşmadığı gibi
nedenlerle ilgili olarak yargıçların tarafsızlıklarına ilişkin kuşkular
değerlendirilmektedir.
Tam da bu
noktada görünüş kuramının özelliği ve sonuçları ortaya çıkmaktadır: Tarafsızlığın ihlal edildiği kuşkusunun kanıtlanmasına
gerek olmaması ya da ciddi bulunmasının yeterli sayılması. Çünkü bir
yargıcın düşünce dünyasına girerek tarafsız düşünmediğini kanıtlamak
olanaksızdır. Oysa görünüş kuramında ve nesnel yaklaşımda dış görünüşten yola
çıkılarak sorun çözülecektir. Mahkemenin kamuoyunda
ya da yargılamanın taraflarının gözünde tarafsız olmadığı izlenimi yerleşmiş
ise, gerçek neden kanıtlanmamış olsa bile, tarafsızlık ilkesi örselenmiş
sayılacaktır (Piersack- Belçika davası kararı, p, 30; Stallingerve
Kuso-Avusturya davası kararı, 23 Nisan 1997, p, n. 37). Dikkate alınması gereken
husus, demokratik bir toplumda mahkemenin davaya taraf olanlara ve kamuoyuna
güven vermesidir. Bu çerçevede, tarafsızlığı konusunda kaygı duymak için haklı
bir nedeni olan yargıcın davadan çekinmesi gerekir. Bu konuda tarafların konumu
önemli olmakla birlikte asıl belirleyici olan, bu kaygının nesnel olarak haklı olup olmadığıdır (Hauschildt
kararı, p, n. 48; Hasan Yazıcı-Türkiye, 15 April 2014, p. 67-68). Yargılama hukuku
bağlamında iç hukukumuzdaki çekinme ve/ya ret nedenlerinin kişiselliği, nesnel
nitelikteki görünüş kuramının uygulanmasını engeller nitelikte ele
alınmamalıdır. Tarafsızlık, İngiliz hukukunda ünlü İngiliz
Yargıç Lord Hewart CJ
tarafından “Bilinen adaletin
yerine getirilmesi yetmez, nasıl yerine getirildiği de görülmelidir” biçiminde
dile getirilmiştir. Tarafsızlık ilkesinin görünüş kuramı yaklaşımına göre
değerlendirildiğini gösteren örneklere ülkemizde de rastlanmıştır. DGM’lerin
kaldırılmasına yol açan yüzlerce karar, Osmanlı kalıntısı Memurin Muhakematı
Hakkında Geçici Yasa’nın kaldırılmasına yol açan idari soruşturmaların
tarafsızlık konusunda güven vermediği gerekçesiyle verilen onlarca ihlal kararı
bunun başlıca örneklerdir.
cc-
Doğal yargıç ilkesi
"Doğal yargıç ilkesi”, toplumun yargıya
güveninin ve yargıcın etki altında kalmamasının güvencesi ve ceza hukukundaki kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesinin ceza
yargılamasındaki yansımasıdır. Evrensel nitelikteki bu ilkeye göre, herhangi
bir olayı yargılayacak mahkeme, olay meydana geldikten sonra değil, önceden ve
genel olarak yasayla kurulmuş olmalıdır. Doğal olmayan yargıç ise bir olaydan
sonra sadece bu olay için kurulmuş ya da olaya göre sonradan yetkili kılınmış
yargılama makamında yer alan yargıçtır. “Yassıada Mahkemesi” gibi acı bir
deneyimi yaşamış olan Türk toplumunun Anayasa’sını yapan kurucu iktidarın 1982
Anayasa’sı, hukuka bağlı devlet ilkesinin vazgeçilmez bir ilkesi olarak, Alman,
Belçika, İtalya, Avusturya, Ispanya, Hollanda, İsviçre ve Portekiz anayasaları
gibi, “hiç kimse kanunen tâbi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne
çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tâbi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne
çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz”
(m. 37) diyerek doğal yargıç ilkesine değinmesi, bir rastlantı değildir.
dd-Ret
ve reddi inceleyecek merci
Yargıcın
tarafsızlığını kuşkuya düşürecek nedenlerin bulunması durumunda ya yargıcın
görev yapması yasayla yasaklanır ya da belirli durumlarda ilgililerce yargıcın reddi istenebilir. Bu husus, öylesine önemlidir
ki, aynı nedenle, yargılama görevini yapmada tutanak düzenlemek suretiyle
yargıçların yardımcısı olan tutanak kâtiplerinin de görev yapamaması ve
reddinin istenmesi kurumu da ayrıca benimsenmiştir (CYY, m 30).
Ayrıca suç
öncesi yasada yetkisi belirtilen doğal yargıç ilkesiyle yargıcın reddi kurumlan
arasında birbirini tamamlayıcı bir ilişki vardır.
Ret
nedenlerinden görev yasağı ya da tarafsızlığı kuşkuya düşüren bir durum varsa
yargıç davaya bakmaktan çekinir; çekinmediği takdirde yargıcın reddi istenir.
Amaç, doğal yargıçlığın unsurlarından biri olan yargıcın tarafsızlığını
sağlamak, en azından bu konudaki kuşkuyu yenmektir. Bunun yöntemi de bellidir
(CYY, m. 26). İlgililer yargıcın reddi iddiasında bulunduklarında, bu iddia
yargıç tarafından ya kabul edilir ya da edilmez. Kabul durumunda sorun çözülmüş
olurr ve biter. Çünkü ret isteğinin kabulüne ilişkin kararlar kesindir (CYY, m.
27/4).
ee-Ret
ve redde karşı itiraz mercii
Reddi istenen
yargıç isteği kabul etmezse, buna ilişkin karara karşı itiraz yoluna
gidilebilir (CYY, m. 28).
Ret isteği sulh ceza yargıcına karşı ise, yargı çevresi içinde
bulunduğu bunu inceleyip karara bağlama yetkisi asliye ceza mahkemesinindir
(CYY. m. 27).
İtiraz, bir yasa
yoludur. Bu yolla denetlenebilecek kararlar, CYY’nin 267’nci maddesinde, “Hâkim kararları ile kanunun gösterdiği hallerde, mahkeme
kararlarına karşı itiraz yoluna gidilebilir” şeklinde
belirtilmiştir. Kural olarak hâkim kararları itirazı kabil kararlardır. Mahkeme
kararlarına karşı ise itiraz yolu istisnai olarak açıktır. CYY’nin 28’inci
maddesi uyarınca, yargıcın reddinin kabul edilmemesine ilişkin kararlar, itiraz
yoluna gidilebilen kararlardır.
Yargıcın reddi
isteği, kural olarak reddi istenen yargıcın mensup olduğu mahkemece karara
bağlanır. Ancak reddi istenen yargıç görüşmeye katılamaz. Bu nedenle mahkemenin
oluşturulamaması durumunda Yasa yargıcın reddi isteğini inceleyecek mercileri
göstermiştir.
CYY’nin 268’inci
maddesinde itiraz usulü ve itirazı inceleyecek merciler gösterilmiştir. İlgili
hükme göre, asliye ceza mahkemesi yargıcı tarafından verilen kararlara
yapılacak itirazların incelenmesi, yargı çevresinde bulundukları ağır ceza
mahkemesine ve bu mahkeme ile başkanı tarafından verilen kararlar hakkındaki
itirazların incelenmesi, o yerde ağır ceza mahkemesinin birden çok dairesinin
bulunması hâlinde, numara olarak kendisini izleyen daireye; son numaralı daire
için birinci daireye; o yerde ağır ceza mahkemesinin tek dairesi varsa, en
yakın ağır ceza mahkemesine aittir. Dolayısıyla somut olayda yargıcın reddi
isteğinin reddedilmesi kararına karşı yapılan itirazı, yargı çevresinde
bulundukları ağır ceza mahkemesi inceleyecektir.
CYY’nin 27’nci
maddesinin son fıkrasına göre ret isteği kabulü edildiği takdirde davaya
bakmakla bir başka yargıç ya da mahkeme görevlendirilir. Böylece dosyayı elinde
bulunduran mercie, davaya bakacak olan yargıcı ya da mahkemeyi görevlendirme
yetkisini verilmiş, işlerin Yargıtaya kadar giderek uzaması engellenmiştir.
b-Somut olayda yaşananlar ve değerlendirme
aa-Ret nedenleri
- Özel
nedenler
Somut olayda
Şüpheli Hidayet Karaca müdafi(leri), doğal olarak salıverme isteklerinde
bulunmuşlardır. Ancak İstanbul’da bulunan 10 ayrı sulh ceza yargıcı da, bu
isteği, nöbetçi oldukları gün benzer basmakalıp gerekçelerle reddetmiştir.
Bunun üzerine müdafiler, bu yargıçlar hakkında tarafsız olmadıkları, daha önce
de gerekçesiz ret kararları verdikleri iddiasıyla kendilerini HSYK’ya şikâyet
edip ayrıca tazminat dâvaları açma girişiminde bulunmuşlardır. Bu yüzden
Şüpheli Hidayet Karaca ve müdafileri ile sulh ceza yargıçları arasında hukuksal
anlamda bir husumet doğmuştur. Bu nedenle ret isteğinin reddi kararına itirazın
yanı sıra salıverme isteği konusunda da karar verilmesi istenmiştir. Bütün sulh
ceza yargıçları hakkında bu olgular yaşanmıştır. Bu nedenle konu, Şüpheli
Hidayet Karaca müdafii tarafından 20.04.2015 tarihinde, bütün sulh ceza
yargıçları ile ilgili olarak hangi tarihlerde hangi nedenlerle hasım duruma
düştükleri de açıklanmak suretiyle başvuru tarihinde nöbetçi olan 29’uncu
Asliye Ceza Mahkemesine sunulmuş; 10 ayrı İstanbul sulh ceza yargıcı hakkında
retle ilgili görüşlere yer verilmiş; bu arada salıverme isteğini inceleyecek
olan merciin de asliye ceza mahkemesince belirlenmesi gerektiğine
değinilmiştir.
- Genel
nedenler;
a. Sulh
ceza yargıçlıkları inceleme konusu eylemlerden sonra kurulmuştur. Her şeyden
önce bu nedenle tarafsızlık ilkesi çiğnemiştir.
b. Bu
yargıçlıklarla ilgili olarak yaşanan olaylar da ilginçtir: Yürütme organlarında
görev almış kişiler, sulh ceza yargıçlıkları kurulmadan önce ve sonra bu
yargıçlıklar hakkında basına yansıyan değerlendirmelerde bulunmuşlardır.
Tutuklanacak kişilerin adları önceden duyurulmuştur. Sorgular yapılırken kimi
iddialar, basına yansımış, kimi yargıçlar bu göreve atanmayı reddetmişler,
tutuklama kararı vermeyen ya da salıverme kararı veren kimi sulh ceza
yargıçlarının yetkileri değiştirilmiştir.
Görüldüğü üzere
bütün bunlar, yukarıda sergilenen ve AİHM’nin kararlarında yansıtılan nesnel
tarafsızlık ilkesiyle kesinlikle bağdaşmamaktadır. Dahası özgürlük ve güvenlik
hakkıyla ilgili AİHS’nin 5’inci maddesinin 3’üncü fıkrasına göre, özgürlüklerin
en fazla sınırlandığı bir önlem olan tutuklamaya, ancak doğal ve tarafsız, bu
nedenle de güvenceli bir yargıcın karar vermesi gerektiği yolundaki AİHM
kararlarıyla da bağdaşmamaktadır (Megyeri/Almanya, Brannigan, McBride/Birleşik
Krallık).
bb-Ret
isteğini inceleme merciinin (29’uncu ACM) kararı:
Somut olayda,
sulh ceza yargıcının reddi istendiğine göre, yetkili merci, yargı çevresi içinde bulunduğu asliye ceza mahkemesidir.
İnceleme konusu
somut olaydaki gelişmeler bellidir: Yargıcın reddi isteğinin reddine ilişkin
karara karşı yapılan itiraz üzerine İstanbul 78’inci Asliye Ceza Mahkemesi
(ACM), konuyu çözmesi için soruşturma dosyasını 29’uncu ACM’ye aktarmıştır.
29’uncu ACM kararında
(24.4.2015, 2015/92-değişik iş); ilkin mahkemenin görevli olup olmadığı
sorununa eğilmiş ve Yargıtayın bu konudaki içtihatlarına göre (YCGK, 28.9.2010,
162/179) itirazı inceleme ve değerlendirme yetkisine sahip bulunduğunu belirttikten
sonra, CYY'nin yargıcın reddi kurumu konusunda soruşturma ve kovuşturma ayrımı
yapmayan ve AİHS’nin adil yargılanmayı düzenleyen hükümlerini, AİHM’nin
kararlarını (özellikle, Imsroscia/lsviçre) gözeterek soruşturma aşamasında da
yargıcın reddinin olanaklı bulunduğu sonucuna ulaşmıştır.
Daha sonra
29’uncu ACM, sulh ceza yargıçlıklarının tartışmalı biçimde kurulduklarını,
özellikle doğal yargıç ile tarafsızlık ilkelerine ve AB kazanımlarına uygun
olup olmadıklarının Türk hukuk dünyasında ve kamuoyunda tartışıldığını belirtmiştir.
Anayasa’nın 37’nci maddesinde düzenlenen doğal yargıç ilkesini tanımlayan
Anayasa Mahkemesinin kararına (20.10.1990, 30) da değinen Mahkeme, bu
yargıçlıkların kapalı devre yargı düzenini getirmesi nedeniyle AİHS Ek 7
numaralı Protokolün 2’nci maddesinde düzenlenen "cezai konularda iki
dereceli yargılama hakkı" ilkesine aykırı bulunduğuna ilişkin tartışmanın
da sürdüğünü, kamuoyundaki güncel tartışmaları vurgulamıştır. Uluslararası
sözleşme ve raporlarda yer verilen, hukuk sistemine meşruluk kazandıran öznel
ve nesnel tarafsızlık kavramı üzerinde duran Mahkeme, AİHM’nin birçok kararında
"adaletin yerine getirilmesi yetmez, aynı zamanda yerine getirildiğinin
görülmesi de gerekir" görüşüne yer verildiğini dile getirmiş ve tutuklama
konusunda güvencelerle donatılmış bir "yargıç”ın karar vermesi gerektiğini
vurgulamıştır.
29’uncu ACM
sözcük sözcüğüne şu sonuca ulaşmıştır: “Belirtilen tüm bu yasal düzenlemelerin
ve içtihatların ışığında; şüpheliler müdafilerinin hâkimin reddi taleplerini”
(...) “yürütme organlarının sulh ceza hâkimlikleri kurulmadan önce ve sonra
sulh ceza hâkimlikleri konusunda basına yansıyan söylemleri, sulh ceza
hâkimliklerindeki soruşturma aşamasında basma da yansıyan bir kısım iddialar,
sulh ceza hâkimliklerine atanan hâkimlerden bir kısmının görevi kabulden imtina
etmeleri, tutuklama kararı vermeyen veya tahliye karan veren sulh ceza
hâkimlerinin yetkilerinin değiştirilmesi, sulh ceza hâkimlikleri kurulduktan
sonra çeşitli soruşturmalardaki operasyon sırasında tutuklanacak kişilerin
sosyal medyada önceden ilan edilmesi, tutukluluğun devamına ilişkin tüm
hâkimlerin benzer şablon kararlar vermesini “bütün olarak değerlendirerek”
şüpheliler müdafilerinin yargıçlarının tarafsız olmadığı yönündeki iddialarının
AİHM’nce çerçevesi çizilen nesnel (objektif) tarafsızlık ölçütlerine ve somut
nedenlere göre yerinde ve haklı bulmuştur.
CYY’ye göre (m.
27/4) şüphelilerle ilgili salıverilme isteklerine bakmak üzere de soruşturma
dosyasını İstanbul Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanlığının
“nöbet çizelgesine göre görevli 32’nci ACM’ye göndermiştir.
33
Görüldüğü üzere,
her şeyden önce 29’uncu ACM’nin yargıcın reddi isteğinin kabulüne ilişkin
24.5.2015 tarihli kararı, kınanmak ya da yerilmek şöyle dursun, AİHM’nin nesnel
tarafsızlıkla ilgili kararlarıyla örtüşen övülmesi, alkışlanması gereken bir
karardır.
cc-Salıverme (tahliye) isteğini inceleme merciinin
(32’nci ACM) kararı:
Bu Mahkemenin
kararı (25.4.2015, 2015/146) ise özetle şöyledir:
Reddedilen
İstanbul 1, 2, 3, 6’ncı sulh ceza yargıçları, yargıcın reddi ile ilgili
hükümlerin sulh ceza yargıçlarına da uygulanabileceğini, öbür yargıçlar ise
konunun CYY’nin 268’inci maddesi gereğince itirazla çözülmesi gerektiğini
belirtmişlerdir. Dosya incelendiğinde gerçekten şüpheli müdafilerinin yargıcın
reddi istekleri sulh ceza yargıçlarınca hukuka aykırı olarak sanki itirazmış
gibi değerlendirilmiş, tutukluluğun devamına karar verilmiştir. İstanbul
29’uncu Asliye Ceza Mahkemesinin verdiği karar kesin (CYY, m. 28) ve bağlayıcı
olduğu için 32’nci ACM, sorunu çözmek durumundadır. Bu arada C.
Başsavcılığından ilgili soruşturma dosyası istenmişse de, dosya gönderilmediği
gibi salıverme konusunda da görüş bildirilmemiştir. Bu tutum, tutukluluğun
devamı yönünde görüş açıklanması olarak değerlendirilmiştir. Şüphelilerin
müdafilerinin mahkemeye sundukları onaylı dosya fotokopileri ve CD’ler
üzerinden görüşülüp görüşülemeyeceği hususu, gerek İstanbul 29’uncu ACM’nin ve
gerek Yargıtayın görüşü (CGK, 28.9.2010, 162/179) gözetilerek
değerlendirilmiştir. Sonuçta uyuşmazlık, işin esasına ilişkin olmadığından
sadece şüphelilerin salıverilme istekleriyle sınırlı olarak inceleme
yapılabileceği düşünülmüştür. Şüpheli müdafilerinin sunmuş olduğu belgeler ve
dosyayı göndermeyerek eylemli bir durum yaratan C. Başsavcılığının yukardaki
tutumu gözetilerek salıverme istekleri incelenmiş ve aşağıdaki gerekçeyle
salıverme kararı verilmiştir: Şüphelilerin gözaltı süreleri, yasal süreyi
aşmıştır (AİHM, Zeynep Avcı/Türkiye). Yasal süreyi aşan gözaltı tutuklama
kararıyla hukuka uygun hale gelmemektedir. Böyle bir durumda adli kontrol
önleminin uygulanması (CMK, m. 109) ölçülülük ilkesinin gereğidir. Uzun süredir
tutuklu bulunan şüpheliler hakkında basmakalıp/matbu gerekçelerle kanıt olmadan
tutuklama ve tutukluluğun sürmesi kararları verilmiştir. Şüphelilerin suç
işledikleri yönünde kuvvetli suç şüphesi ve kaçma ve kanıtları karartma
konusunda ise kararlarda gerekçe bulunmamaktadır. Güvenlik önlemleri konusunda
Anayasa’nın 13’üncü maddesinde öngörülen ölçülülük ilkesine uyulmamıştır.
Tutuklamaya ilişkin gerekçelerde kuvvetli suç şüphesinin varlığını destekleyen
olgular ve kanıtlar belirtilmemiştir. Hatta iddianame düzenlenmesi için suçun
işlendiğini gösterir "yeterli şüphe" boyutunda dahi kanıt ve olguya rastlanmamıştır
(CYY, m. 170). AİHM’ye göre, yükletilen suça verilecek cezanın salt ağırlığı
tutukluluğun sürdürülmesini haklı kılamaz. Kaçma tehlikesi ile ilgili olarak şüphelilerin
karakteri, ahlaki durumu, ikametgâhı, mesleği, malvarlığı, aile bağları,
kovuşturulduğu ülkedeki bağlantıları, tutukluluğa karşı gösterdikleri tepki,
başka bir ülkeye gerçekten kaçmayı planlayıp planlanmadıkları gibi konular
irdelenmemiştir. Şüpheliler ya emniyet görevlisi ya da Hidayet Karaca gibi
gazeteci olup adresleri bellidir. Çoğu, arandığını duyduğunda kendiliğinden
gelip teslim olmuştur. Bu durumda kaçma şüphesi içinde olmadıkları belgelerden
açıkça anlaşılmaktadır. Şüphelilerin kanıtları karartma olasılığı konusunda da
yeterli kanıt gösterilmemiştir ve bu husus kararlarda tartışılmamıştır. Gerekçeler
yetersizdir.
Tutuklama gibi
özgürlükleri ve haklan en çok sınırlandıran bir önlem konuşanda karar verecek
olan bir yargıçta aranan nitelikler (Megyeri/Almanya, Brannigan ve
McBride/Birleşik Kırallık, D.N./İsviçre, Lavents/Letonya, Nikolova/Bulgaristan,
Brudnicka ve diğerleri/Poionya) ve yukarıda sergilenen nedenler gözetildiğinde
olayda uygulanan tutuklama önlemi, ’’ölçülülük" ilkesine ve CYY’ye
aykırıdır. Tutuklanma nedenleri bulunmadığından adli kontrol önlemine de gerek
yoktur. Esasen AİHM, yasalardaki tutuklama nedenlerine ilişkin anlatımların
yinelenmesiyle yetinilmesini soyut ve basmakalıp bulduğundan başka devletleri
ve Türkiye’yi mahkûm etmiştir (Netellier, Yağcı ve Sargın, Demirel, Simumova).
Dosya, klasörler ve CD’ler incelendiğinde yukarıda tartışılan hukuksal nedenler
bağlamında, AYM ve AİHM İçtihatları doğrultusunda tutukluluğu gerektirir olgu
ve kanıtlar bulunmadığı gibi, şüphelilerin meslekleri, sosyal ve ahlaki
durumları, karakterleri, geçmişte suç işlememiş olmaları, ikametgâhları, malvarlıkları,
aile bağları, kendiliklerinden gelip teslim olmaları gibi noktalar gözetilerek
salıverilmeleri uygun bulunmuştur.
Görüldüğü üzere
32’inci ACM’nin kararı da, tıpkı 29’uncu ACM karar gibi, CYY’nin hükümlerine,
AİHM’nin kararlarına ve küresel hukuka uygun ve başarılı, eski deyişle
“müdellel” bir karardır.
dd-Yokluk
yaptırımını uygulamaya taşıyan kararlar ve işlemler
Ancak gelişmeler
bu noktada bitmemiş, 29’uncu ve 32’inci ACM’lerin kararlarını yoklukla sakat
görüşüyle kararlar verilmiştir. Bunlar sırasıyla 10’uncu SC Yargıçlığının ve
32’inci ACM’nin verdiği kararlardır.
İlkin
yargıcın reddi isteğine maruz kalan 10’uncu S. C. Yargıçlığı (SCM) verdiği
kararda (25.4.2015, 846) “C. Başsavcılığınca
yürütülmekte olan 2014/41637 sayılı soruşturma dosyasından tutuklanan
şüpheliler Yurt Atayün ve arkadaşları müdafileri tarafından İstanbul nöbetçi
29. Asliye Ceza Mahkemesi’nden redd-i hâkim ve tahliye talebinde bulunulmuş
olup, aynı mahkemenin 24.04.2015 gün ve 2015/92 değişik iş sayılı kararıyla
hâkimin reddi talebinin kabulüne, tahliye taleplerine bakmakla İstanbul 32.
Asliye Ceza Mahkemesi’nin görevlendirilmesine karar verilmesi anlaşılmış ise
de, Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü’nün 06.02.2015 tarih ve
2015-276/9339 sayılı görüş yazısında nöbetçi Asliye Ceza Mahkemeleri’nin Sulh
Ceza Hâkimliği tarafından verilen kararları değerlendirmesinin mümkün
olmadığının belirtildiği, buna göre İstanbul Nöbetçi 29. Asliye Ceza Mahkemesi’nin
24.04.2015 tarih ve 2015/92 değişik iş sayılı hâkimin reddi talebinin kabulüne
ilişkin kararın iptali ve aynı kararın 4. maddesinde açıkça hukuka aykırı
biçimde belirtilen tahliye taleplerine bakmakla görevlendirilen İstanbul 32.
Asliye Ceza Mahkemesi’nin vereceği kararın yok
hükmünde sayılmasına karar verilmesi talep edilmiş olmakla, ilgili evrak
ve dilekçeleri incelendi” dendikten sonra konu aşağıdaki gerekçe ile
değerlendirilmiştir:
1.
’İstanbul adliyesindeki sulh ceza hâkimliklerine
yönelik olarak yapılan reddi hâkim taleplerini inceleyen İstanbul 29. Asliye
Ceza Mahkemesi’nin İstanbul Adli Yargı İlk Derece Adalet Komisyonu
Başkanlığının 2015/2444 karar nolu 2060728879 evrak nolu nisan ayı hâkim nöbet
listesi konulu yazısına göre reddi hâkim taleplerin geldiği 20.04.2015 günü
mesai saati içerisinde yakalama evrakları ile muhabere nöbetçisi olduğu, fiili
uygulamaya göre tevzi evrakları yönünden ise İstanbul 54. Asliye Ceza
Mahkemesi’nin nöbetçi olduğu, bu durumda reddi hâkim talepli ve halen hazırlık
soruşturmaları devam eden soruşturma dosyalarından tutuklu olan şüphelilerin
tahliyesi istemli olarak gelen talep veya dilekçeleri kabul ederek diğer asliye
ceza mahkemelerine tevzii edilmesi görevinin İstanbul 54. Asliye Ceza
Mahkemesi’ne ait iken, İstanbul 29. Asliye Ceza Mahkemesi’nce söz konusu
taleplere ilişkin dilekçelerin tümünün kendi mahkemesinin değişik işine
kaydedildiği ve 27.04.2015 tarih, 2015/92 D. İş sayılı karar ile Istanbul Adliyesi’ndeki 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8,
9, 10 nolu sulh ceza hâkimliklerinde görevli hâkimlerin tümüne yönelik hâkimin
reddi taleplerinin kabulüne karar verildiği ve mahkemeye sunulan tüm dilekçe ve
eklerinin, kararın suretlerinin tahliye taleplerine bakmakla görevlendirilen
İstanbul 32. Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesine CMK’nın 28. maddesi
uyarınca kesin olmak üzere karar verildiği, karardan İstanbul Adli Yargı İlk
Derece Adalet Komisyonu Başkanlığının nisan ayı hâkim nöbet çizelgesinden ve
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosu’nun
2014/115949 soruşturma sayılı yazılarından anlaşılmıştır.”
2.
”5271 sayılı CYY.'nin 24-28’inci maddelerinde
yargıcın reddi ve bu istekte bulunabileceklerin kimler olduğunun, karar
merciinin, reddi rette karşı merciin; 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece
Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerimin Kuruluş, Görev ve Yetkileri
Hakkında Yasa’nın "Sulh Ceza Hâkimliği" kenar başlıklı değişik 10.
maddesinde; kurulan sulh ceza yargıçlıklarının, 11. maddesindeki ACM’lerin
görevinin görevlerinin ne olduğunun açıklandığı, “belirtilen yasal düzenlemeler
incelendiğinde; 5271 sayılı CMK’nın 22 ve devamı maddelerinde, hâkimin davaya
bakamayacağı haller ve reddi sebepleri ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Hâkimin
reddi müessesesinin düzenlendiği maddeler bir bütün halinde değerlendirildiğinde
hâkimin reddi müessesesinin ancak yargılama yapmakla
görevli mahkemelere ilişkin yasal bir düzenleme olduğu anlaşılmaktadır.
5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin
Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun "Sulh Ceza Hâkimliği"
kenar başlıklı 10. maddesinde;
" Kanunların ayrıca görevli kıldığı haller saklı kalmak
üzere, yürütülen soruşturmalarda hâkim tarafından verilmesi gerekli kararları
almak, işleri yapmak ve bunlara karşı yapılan itirazları incelemek amacıyla
Sulh Ceza Hâkimliği kurulmuştur.” hükmüne yer verilmiştir. 6545 sayılı
kanunun 83. maddesi ile 5320 sayılı Kanun’a eklenen atıf maddesiyle Sulh Ceza
Mahkemeleri sadece soruşturmaya ilişkin karar ve işlemler yönünden Sulh Ceza
Hâkimliklerine dönüştürülmüştür. Diğer bir ifade ile Sulh Ceza Mahkemelerine Kanunlarla verilen yargılamaya
ilişkin görevler Asliye Ceza Mahkemelerine, soruşturmaya yönelik görevler ise
6545 sayılı kanında kurulan Sulh ('eza
Hâkimliklerine verilmiştir. 6545 sayılı Kanunla kurulan Sulh Ceza
Hâkimliklerinin görevinin yargılama yapmak değil, soruşturma aşamasındaki hâkim
tarafından verilmesi gerekli kararlan almak, işleri yapmak ve bu kararlara
karşı yapılan itirazları incelemek olduğu görülmektedir. Bu durumda 5271 sayılı
CMK’nm 27. maddesinin 2. fıkrasında yer alan sulh ceza hâkimine ilişkin hükmün
6545 sayılı Kanundan önce yargılama yapan sulh ceza mahkemeleri bakımından
geçerli olduğunun, yeni kurulan sulh ceza hâkimliklerini kapsamadığı sonucu
ortaya çıkmaktadır. 5235 Sayılı Kanun’un 11. Maddesindeki düzenlemeye göre ise
Asliye Ceza Mahkemelerimin görevi ise sadece Kanunların ayrıca görevli kıldığı
hâller saklı kalmak üzere sulh ceza hâkimliği ve ağır ceza mahkemelerinin
görevleri dışında kalan dava ve işlere bakmak olarak belirtilmiştir.”
3. ”5271
sayılı CMK’nın 22 ve devamı maddelerinde düzenlenen hâkimin davaya bakamayacağı
haller ve reddini gerektiren sebeplere ilişkin hükümlerin kovuşturma aşamasıyla
sınırlı olduğu, 6545 sayılı Kanunla kurulan sulh ceza hâkimleri tarafından
koruma tedbirlerine ilişkin yapılan işlemlerde hâkimin reddedilebileceğinin
kabul edilmesinin koruma tedbirlerinin doğasından kaynaklanan acil olma
özelliğine aykırılık teşkil edeceği, 5271 sayılı CMK’nın 22 ve devamı maddeleri
uyarınca şüpheli veya müdafileri veya mağdur ve vekilleri tarafından Sulh Ceza
Hâkiminin reddine ilişkin taleplerin Asliye Ceza Mahkemesi tarafından
değerlendirilmesinin yasal olarak mümkün olmadığı, bu yönde verilecek kararın
da yasal mevzuatımıza göre hukuken geçersiz, hiçbir hukuki sonuç doğurmayan ye
yok hükmünde sayılması gerektiği, soruşturma aşamasında hâkim tarafından
verilmesi gerekli kararları alma, işleri yapma ve bunlara karşı yapılan
itirazları inceleme görevleri münhasıran Sulh Ceza Hâkimlerine ait olduğundan
Sulh Ceza Hâkimi dışında başka bir Mahkeme veya Hâkimin tutuklama veya
tutuklamaya dair karar vermesinin de 5271 CMK’ya aykırı olduğu. 5271 sayılı
CMK’nın 27. maddesinin 2. fıkrasında yer alan Sulh Ceza Hâkimine ilişkin hükmün
6545 sayılı Kanun’dan önce yargılama görevi yapan sulh ceza hâkimleri
bakımından geçerli olduğu, yeni kurulan sulh ceza hâkimliklerini kapsamadığı ve
bu hükmün zımnen ilga olduğunun kabulü gerektiği sonuç ve kanısına varılmıştır.
Nitekim İstanbul 29. Asliye Ceza Mahkemesinin 2015/92 D. İş sayılı kararına
konu olan soruşturma dosyaları ile ilgili olarak 6545 sayılı yasanın 48.
Maddesi ile değişik 5235 sayılı yasanın 10. Maddesine göre sulh ceza
hâkimlikleri kurulup faaliyete geçtikten sonra İstanbul Asliye Ceza
Mahkemelerine reddi hâkim taleplerinde bulunulmuş olup, reddi hâkim uygulaması
hususunda İstanbul Adli Yargı ilk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanlığınca
Adalet Bakanlığı Ceza işleri Genel Müdürlüğü'ne görüş sorulmuş olup Ceza işleri
Genel Müdürlüğünün 06/02/2015 tarih, 1912060-045-02-0082-2015-276/9339 sayılı
ve görüş talebi konulu yazısında 6545 sayılı yasa ile faaliyete geçirilen sulh
ceza hâkimliklerinin görevinin yargılama yapmak değil, soruşturma aşamasındaki
hâkim tarafından verilmesi gerekli kararlan almak, işleri yapmak ve bu
kararlara karşı yapılan itirazları incelemek olduğunun, CMK’nın 26 ve devamı
maddelerindeki hâkimin reddi müessesesinin ancak yargılama yapmakla görevli
mahkemelerdeki hâkimlere yönelik olduğunun ve sulh ceza hâkimliklerinin toplu
olarak reddedilmesinin hukuka aykırı olduğu yönünde görüş belirtilmiştir.”
4. ”Yapılan
açıklamalar ve yasal düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde; İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosunun yukarıda
belirtilen hazırlık soruşturma sayılı dosyasındaki tutuklu şüpheliler
müdafi/müdafilerinin hazırlık soruşturması devam eden soruşturma dosyasında
iddianamenin kabulüne kadar olan safhada hâkim kararını gerektiren tüm
işlemleri yapmak, kararları vermekle görevli ve yetkili olan İstanbul
Adliyesindeki tüm sulh ceza hâkimliklerinin reddine ve tutuklu şüphelilerin
tahliye istemine ilişkin taleplerin asliye ceza mahkemesi veya ağır ceza
mahkemelerince değerlendirilmesinin ve bu değerlendirmeler neticesinde bir
karar verilmesinin hukuken yasal mevzuatımıza göre mümkün olmadığı, verilen bu
kararların da hukuken geçersiz, uygulanabilirliği olmayan ve mutlak butlan veya diğer bir anlatımla yok hükmünde sayılan
kararlar niteliğinde olduğu aşikâr olup, bu durumda İstanbul 29. Asliye
Ceza Mahkemesinin kendi görev alanında olmadığı halde kendisini görevli ve
yetkili görerek vermiş olduğu, 24.04.2015 tarih ve 2015/92 D. İş sayılı kararının
herhangi bir hukuki sonuç doğurmayan, yok hükmünde sayılması gerektiği sonuç ve
kanısı varılmıştır. İstanbul sulh ceza hâkimliklerinin reddi talebini
değerlendiren ancak yukarıda açıklanan nedenlerle hukuka uygun olmayan ve yok
hükmünde sayılması gereken İstanbul 29. Asliye Ceza Mahkemesinin 2015/92 D. İş
sayılı kararına göre CMK’.nın 26/1. maddesindeki düzenlenme nazara alındığında
hâkimin reddi talebinin mensup olduğu mahkemeye verilecek dilekçeyle veya bu
hususta zabıt katibine bir tutanak düzenlenmesi için başvurulması suretiyle
yapılır seklindeki son derece açık ve anlaşılabilir nitelikteki yasa!
düzenlemeye göre İstanbul 29. Asliye Ceza Mahkemesince yapılacak işlemin reddi
hâkim ve tutuklu şüphelilerin tahliye istemini içeren talep dilekçelerini, kendisi
görevli ve yetkili olmadığından dolayı herhangi bir işlem yapmayarak gerekirse
bir görevsizlik kararı ile 6545 sayılı yasayla değişik 5235 sayılı yasanın 10.
maddesindeki düzenlemesi uyarınca bu tür talepleri incelemek, değerlendirmek ve
karara bağlamakla görevli bulunan Sulh Ceza Hâkimliklerine göndermesi
gerekirken 5271 sayılı CMK’daki usul hükümlerinin uygulanması yerine mahkeme
kendini yetkili ve görevli kabul ederek işin esasına girmek suretiyle vermiş
olduğu kararın hem usul yönünden hem de esas yönünden açıkça hukuka aykırı
olduğu kanaatine varılmıştır.”
Bu nedenlere ve
gerekçeyle kurulan hüküm ise özetle şudur:
“29. Asliye Ceza
Mahkemesinin İstanbul sulh ceza hâkimliklerinin tümünün reddine yönelik talebin
kabulüne ilişkin vermiş olduğu karar, 5271 sayılı
CMK’daki usul hükümleri, gerekse 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemelerinin
Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun’un ile 6545 sayılı yasa ile
getirilen yasal düzenlemelere göre usul ve esas yönünden açıkça yasal
mevzuatımıza aykırıdır; hukuken geçersiz, uygulanabilirliği olmayan ve mutlak butlan veya diğer bîr anlatımla yok hükmünde sayılan
kararlar niteliğindedir:”
“Dolaysıyla' yok
hükmünde olan .ve bu nedenle bu karara istinaden yapılacak işlemlerin de
tamamen hukuka aykırı olduğu”ndan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve
Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosu'nun 25.04.2015 tarih, 2014/41637 soruşturma
sayılı talebinin kabulüne,” “İstanbul 29. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 24/04/2015
tarih 2015/92 D. İş sayılı kararının usul ve yasaya aykırı, hukuken geçersiz,
uygulanabilirliği olmayan ve yok hükmünde olduğundan bu
konuda bir kakar verilmesine yer olmadığına, İstanbul 29. Asliye Ceza
Mahkemesinin 24/04/2015 tarih 2015/92 D. İş sayılı kararının 4. maddesinde
belirtilen tahliye taleplerine bakmakla görevlendirilen İstanbul 32. Asliye
Ceza Mahkemesinden kararda belirtilen 2014/41637 soruşturma sayılı dosyasının,
tutuklu şüpheliler müdafilerinin reddi hâkim ve tahliye talepleri istemli
dilekçeleri ile birlikte incelenmek üzere İstanbul nöbetçi sulh ceza
hâkimliğine gönderilmesinin istenmesine,” dosyanın “ikmali için İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığıma iadesine,”
10’uncu SC
Yargıçlığının bu kararı doğrultusunda soruşturma dosyası, salıverme isteği
konusunda bir karar verilmesi için İstanbul 32’nci ACM’ye gönderilmek üzere
nöbetçi SC Yargıçlığına yollanmıştır.
2.Başsavcılığın salıverme kararına uymamam işlemi
Bu arada
İstanbul C. Başsavcılığı İnfaz ve İlâmat Bürosu Savcısı ise 32’nci ACM’ye
yazdığı yazıda (26.4.2015, 1152) CYY’deki düzenlemelerde yargıcın davaya
bakamayacağı durumlardan söz edildiğine değinerek şöyle denmiştir: “Somut
olayda sanıklar (şüpheliler denmeliydi) hakkında iddianamenin düzenlenerek
kabul kararı verilmiş ve açılmış bir dava söz konusu” olmaması; “6545 sayılı
yasanın 48. maddesi ile değişik 5235 sayılı Adli Yargı ilk Derece Mahkemeleri
ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Yasanın
10. maddesi yasaların ayrıca görevli kıldığı haller saklı kalmak üzere
yürütülen soruşturmalarda hâkim tarafından verilmesi gereken kararları almak,
işleri yapmak ve bunlara karşı yapılan itirazları incelemek amacıyla sulh ceza
hâkimlikleri kurulması, (...) iş durumunun gerekli kıldığı yerlerde birden
fazla sulh ceza hâkimliği kurulabilmesi, bu durumda sulh ceza hâkimlikleri
numaralandırıl”ması, “5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge
Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Yasanın 11.
maddesinde, "Asliye Ceza Mahkemelerinin görevlerini tanımlamıştır. Bu
düzenlemeye göre kanunların ayrıca görevli kıldığı haller saklı kalmak üzere
Sulh Ceza Hâkimliği ve Ağır Ceza Mahkemelerinin görevleri dışında kalan dava ve
işlere Sulh Ceza Hâkimliği tarafından bakılır" denmesi karşısında,
“Mahkemenizin 25/04/2015 tarih ve 2015/143, 2015/144, 2015/145, 2015/146,
2015/147, 2015/148 ve 2015/149 D. İş sayılı kararlarıyla şüphelilerin
tahliyesine karar verildikten sonra İstanbul 10. Sulh Ceza Hâkimliği'nin
25/04/2015 tarih ve 2015/847 D. İş sayılı kararıyla şüphelilerin ayrı ayrı
tutukluluk hallerinin devamına karar verildiği görülmüş olmakla şüphelilerin
ayrı ayrı tahliyelerine ilişkin karar ve tahliye müzekkereleri yazımız ekinde
bilâinfaz iade edilmiştir.”
Böylece
salıverme kararlarına uyulmamıştır.
3.32’nci ACM’nin uyarı yazısı ve işlemi
Başsavcılığın bu
yazısı üzerine 32’nci ACM, C. Başsavcılığı İnfaz ve İlamat bürosuna yazdığı
aşağıdaki yazı (27.4.2015, 177) ve yazıya eklediği ayrı ayrı eklerle salıverme
kararlarının yerine getirilmesi gerektiği yolunda başsavcılığı uyarmıştır:
“Mahkememiz
İstanbul 29. Asliye Ceza Mahkemesinin 2015/92 Değişik iş sayılı kararı ile
CMK'nın 24, 26, 27/2-4, 28. maddeleri gereğince reddi hâkim talebini kabul
ederek mahkememizi İstanbul C. Başsavcılığının 2014/118651, 2014/86706,
2014/40810, 2014/133596, 2014/115949, 2014/41637, 2014/69722
soruşturmalarındaki şüpheliler müdafilerinin tahliye konusundaki taleplerinin
değerlendirilmek üzere kesin olarak karar verip görevlendirmiştir. Mahkememizce
verilen tahliye kararları usul yasasına uygun, kesin ve itiraza tabi olmayıp,
derhal uygulanması gereken kararlardandır. Başka bir sulh ceza mahkemesi
kararımızı değerlendirme ve yoksa sayma şeklinde karar vermesi usul hukukuna
uygun değildir. Mahkememizin tahliye kararını yerine getirmeyen İstanbul Cumhuriyet
Başsavcılığı İnfaz ve İlamat Bürosu, tahliye kararımızın engellenmesi için
mahkememiz kararını yok sayma yönünde karar veren İstanbul 10. Sulh Ceza
Hâkimliği ve diğer ilgili kurum ve kişiler AY 90. maddesi gereğince iç
hukukumuz haline gelen, Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesinde düzenlenen ve kabul
edilen "özgürlük ve güvenlik haklarını" ihlal etme durumu He TCK’nın
109. maddesinde düzenlenen hürriyeti tahdit suçunu işleme ihtimali ile karşı
karşıya kalma durumuna düşebilecekleri açıktır. CMK’nın 36/2. maddesi
"infaz edilecek kararlar Cumhuriyet Başsavcılığına verilir" hükmü
gereğince şüphelilerin tahliyesine yönelik Mahkememizin yukarıda numaralan
yazılı yedi ayrı değişik iş sayılı kararlarımızın (2015/143, 2015/144,
2015/145, 2015/146, 2015/147, 2015/148, 2015/149) yerine getirilmesi için ilgi
sayılı yazınız ile iade edilen tahliye müzekkereleri yazımız ekinde
gönderilmiştir.”
4.32’nci
ACM’nin değişik yargıçla verdiği yokluk yaptırımına ilişkin kararı
10’uncu SC
Yargıçlığının kararı ve yazısı üzerine Istanbul C.
Başsavcılığı, tutuklu olarak bulunan şüpheliler Hidayet Karaca ve
arkadaşlarının salıverilmelerine yönelik kararların yok hükmünde sayılması ve
salıverilme kararlarının Cumhuriyet Başsavcılığından bilainfaz geri
istenilmesi, ayrıca Mahkemenin 2015/188 D. iş sayılı kararı ile tahliye
müzekkerelerini teslim alıp ceza evine faks çekmeyen yetkililer hakkında suç
duyurusunda bulunulmasına ilişkin kararın kaldırılmasını istemiştir.
Değişik yargıçla
olaya el koyan 32’nci ACM, Savcılığın salıverme kararlarının yok sayılması
isteğiyle ilgili kararın (28.4.2015, 197) gerekçesi ve hüküm fıkrası ise olduğu
gibi aşağıdadır:
"...
"Mahkemelerin görevleri kanunla belirlenir" hükmü (CYY, m. 3),
“Asliye Ceza Mahkemelerinin görevi, 5235 Sayılı Adli Yargı İlk Derece
Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri
Hakkında Yasadaki madde (m. 11), bu maddede "Kanunların ayrıca görevli
kıldığı haller saklı kalmak üzere, Sulh Ceza Hâkimliği ve Ağır Ceza
Mahkemelerinin görevleri dışında kalan dava ve işlere Asliye Ceza Mahkemelerince
bakılır" kuralı; istek konusuyla ilgili olarak “5235 Sayılı Adli Yargı İlk
Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş Görev ve Yetkileri
Hakkındaki Yasa’nın değişik (2014/6545-48) 10’uncu maddesinde “Kanunların
ayrıca görevli kıldığı haller saklı kalmak üzere, yürütülen soruşturmalarda
hâkim tarafından verilmesi gerekli kararlan almak, işleri yapmak ve bunlara
karşı yapılan itirazları incelemek amacıyla Sulh Ceza Hâkimliği
kurulmuştur" ve “mahkemelerin görevlerini belirleyen CYY’nin 3, 5235
sayılı Yasa’nın 10 ve 11’inci maddeleri ve diğer mevzuat hükümleri birlikte
değerlendirilmesi” karşısında hazırlık soruşturmalarında yargıç tarafından
verilmesi gerekli kararları almak, işleri yapmak, bunlara karşı yapılan
itirazları incelemek sadece sulh ceza yargıçlarının görevidir” denmesi
karşısında “asliye ceza mahkemelerinin soruşturma aşamasındaki işler ile ilgili
olarak tutuklama ve tahliye karan verme yetkileri olmadığı aşikârdır. Her ne
kadar mahkemece İstanbul 29. Asliye Ceza Mahkemesinin reddi hâkim ve tahliye
talepleri konusunda zikredilen mahkemenin 2015/92 D. İş sayılı kararıyla
tahliye taleplerinin mahkememizce değerlendirilmesi talebine istinaden karar
verildiği görülmekte ise de, bilindiği üzere hazırlık soruşturmasında dosyanın
mahkemede bulunmadığı, dosyanın yetkili ve görevlisinin C. Başsavcılığı olduğu
hukuk sistemimizde Cumhuriyet Savcılarının reddi müessesesinin olmadığı, somut
olayda hâkimin reddi konusunu teşkil edecek hukuki bir durumun bulunmadığı, bu
meyanda Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğünün usul ve yasaya uygun
görülen 06/02/2015 tarihli Sayı 19120602-045-02-0082-2015-276/9339 nolu görüş
talebini içerir 6 sayfadan ibaret yazıda hâkimin davaya bakamayacağı haller ve
reddini gerektirir sebeplerin kovuşturma aşamasıyla sınırlı olduğunun
belirtildiği, bu konuda da mahkememizce herhangi bir tereddüt hasıl olmadığı
anlaşılmakla hâkimin reddi talebini değerlendiren
İstanbul 29. Asliye Ceza Mahkemesi karan ve mahkememizin kararı hukuki
dayanaktan bu nedenlerle de yoksundur Mahkememizce verilen 25/04/2015
tarihli müteferrik karar ile mahkememizce verilen tahliye kararı mahkememizin
görevsiz bulunması nedeniyle yok hükmünde sayılması
gerektiği anlaşılmıştır. CMK 268/2 maddesi gereğince yukarıda anlatılan
gerekçelerle itiraz sebeplen yerinde görülmekle tahliye kararının yok hükmünde
sayılmasına karar verilip bilahare tahliye kararlarının C. Başsavcılığından
bilainfaz geri istenilmesine karar verilmiştir. Keza mahkememizin 2015/188 D.
İş sayılı kararı ile tahliye müzekkerelerini teslim almayan ceza evine faks
çekmeyen yetkililer hakkında İstanbul C. Başsavcılığına suç duyurusunda
bulunulmasına, yetkili süreç itibariyle Nöbetçi C. Savcıları ile ilgili
gereğinin takdiri için HSYK ya bilgi verilmesine, evrakın gereği için İstanbul C.
Başsavcılığına ve HSYK'ya fiziki olarak gönderilmesine ilişkin Mahkememizin
2015/188 D. iş sayılı kararının da yukarıda belirtilen tahliyeye ilişkin
kararın yok hükmünde bulunması nedeniyle bu
konudaki ara kararlarının yerine getirilmesine yer olmadığına karar
verilmiştir” denilerek hüküm kurulmuştur.
ee-Yokluk
yaptırımına ilişkin kararların ve işlemlerin değerlendirilmesi
Mahkemelerce
verilen bir karar, maddi yetki ya da başka açılardan yerinde bulunmayabilir.
Bunda yadırganacak bir durum yoktur. Eğer inceleme konusu reddin kabulü ya da
salıverme kararlarının maddi yetki vb. açılardan sakat bulunduğu düşünülüyorsa,
biricik iptal yöntemi CYY’de gösterilmiştir. Yargıç ya da mahkeme tarafından
verilen, hukuka aykırı olan, istinaf ya da temyiz incelemesinden geçmeksizin
kesinleşmiş olan bir karar ya da hükme karşı başvurulabilecek biricik yasa
yolu, yasa yararına bozma (yazılı emir) diye adlandırılan olağanüstü yasa
yoldur (CYY, m. 309). Bu yasa yolunun amacı, yasa yollarından geçmemiş, ancak
hukuka aykırı bulunan kararların ortadan kaldırılmasıyla ülke genelinde
uygulama birliğini sağlamaktır. Bu yüzden istisnai/olağanüstü/sıra dışı bir
denetim aracı olup kesin hüküm otoritesini sarstığı için uygulama alanı dardır.
Ancak somut
olayda, hukuka aykırı bir durum görülüyorsa, söz konusu olağanüstü yasa yoluna
gitmekten başka çare bulunmamaktadır.
Durum böyle iken
bu yola gidilmemiş; otuz yılını Yargıtayda geçirdiğimiz uygulamalı kırk bir
yıllık meslek yaşamımızda, on bir yılını Üniversitede geçirdiğimiz öğretim üyeliği
yaşamımızda görmediğimiz, duymadığımız kararlara yargıç olarak yadırganası
imzalar atılabilmiştir. Üstelik kaş yapayım derken göz çıkartılmış; İstanbul
10. Sulh Ceza Yargıçlığı, hukuku ağır biçimde çiğnemeyi göze alarak, yargısal
basamak açısından bir üst mahkeme olan 29’uncu Asliye Ceza Mahkemesinin “yargıcın reddi isteklerinin kabulü kararı”nın yokluğuna
karar verebilmiştir.
Daha da vahimi,
hukuksal işlemlerin “yokluk”u yaptırımının
burada uygulama yeri bulunmadığının göz ardı edilmesidir. Hukuk, kavramlar
dilidir ve bu iç dile herkesin uyması zorunludur. Hukukun binlerce yılda
binlerce beynin yarattığı süzme temel kavramlarından ikisi işlemlerin yaptırımı
ile ilgilidir: “Yokluk” ve “hiçlik” (butlan). Eğer bu dile saygı duyulmazsa,
hukuka ihanet edilir, yanlış yapılır. Nitekim olayımızda yaşanan da, hukuka
karşı açık bir ihanettir. Örneklerle anlatmak gerekirse şunları belirtmekte
yarar vardır: “Yargı yetkisi, (...) bağımsız mahkemelerce kullanılır” (Anayasa,
m. 9) hükmü karşısında, vali ya da kaymakamın ‘boşanma kararı’ ya da ‘tutuklama
kararı5 vermesi yahut da iddianameyle dava açması yürütme organının
yargı organının yetkisini yağma/gasp etmesidir
(salahiyet gaspı, Usurpation der Macht, usurpation of power, usurpation de puovoir, usurpazione di
potere, esercizio abusivo di potere) usurpation de
pouvoir). Bu tür işlemler hukuk dünyasında doğmamış, yani yok sayılır;
yaptırımı da “yokluk”tur (hukuken değersiz
olma, nicht- Existenz, non-existence, inexistance, inesistenza);
kimse bunları kale almaz, gereğini de yerine getirmez. Buna karşılık, bir sulh
ceza yargıcının asliye ceza mahkemesi yerine geçerek bir karar vermesi elbette
sakat bir işlemdir, ancak “butlan” (Nichtigkeit,
nullity, nullite, nullitâ) yaptırımıyla
sakattır; bu yüzden hukuksal yollarla ortadan kaldırıncaya değin de geçerli ve
uyulması zorunludur.
Olayımızda yargı
içinde bir yetki aşımı iddiası vardır ve bunun da en ağır yaptırımı butlandır.
Dolayısıyla 29’uncu AC Mahkemesinin "yargıcın reddini
kabul kararı” kaldırılıncaya dek geçerdir ve Anayasa’nın “Yasama ve yürütme
organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve
idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine
getirilmesini geciktiremez” (m. 138/4) buyruğunu içeren hükmüne göre geciktirilmeksizin
yerine getirilmesi zorunlu bir karardır. Bütün bunlar gözetildiğinde 29’uncu AC Mahkemesinin kararını hukukta çok az
başvurulan yokluk yaptırımına dayanarak geçersiz sayan 10. Sulh Ceza Yargıcının
cezaî ve hukukî açıdan sorumlu olduğu açıktır.
Yukarıda
belirtildiği üzere Hidayet Karaca ve öbür tutukluların müdafileri yargıcın
reddi isteğiyle birlikte salıverilme isteğinde bulundukları için 29’uncu Asliye
Ceza Mahkemesi, sulh ceza yargıçlarının reddi isteğinin kabul kararını
verdikten salıverilme istekleri konusunda karar vermesi için CYY’ye göre (m.
27/4) soruşturma dosyasını nöbetçi 32’nci Asliye Ceza Mahkemesine aktarmıştır.
32’nci Asliye Ceza Mahkemesi da isteği inceleyerek "...usul yasası ile AYM
ve AİHM içtihatları doğrultusunda tutukluluğu gerektirir olgu ve delillere
rastlanmadığı gibi, şüphelilerin tutukluluk hallerinin devamını gösterir yeni
olgu ve delillere ulaşılamadığı, ayrıca şüphelilerin meslekleri, sosyal
durumları, karakterleri ve ahlaki durumları, sabıkasızlık geçmişleri, ikametgâhları,
mal varlıkları, aile bağları, tutukluluğa karşı gösterdikleri tepki,
kendiliklerinden gelip teslim olmaları” olgularını gerekçe göstererek
salıverilme kararı vermiştir.
Bu gerekçe
Anayasa Mahkemesinin hak ihlalleriyle ilgili kararlarına,.. Yargıtayın ve
özellikle yukarıda yansıtılan AİHM görüşlerine uygundur ve yine yukarıda
değinilen Anayasa hükmüne göre geciktirilmeksizin yerine getirilmesi zorunlu
bir karardır (m. 138/4).
Durum böyle iken
değişik yargıçla duruma el koyan 32’nci ACM, Savcılığın salıverme kararlarının
yok sayılması isteğiyle ilgili olarak “... tahliyeye ilişkin kararın yok hükmünde bulunması nedeniyle bu konudaki ara
kararlarının yerine getirilmesine yer olmadığına” karar vermiştir (28.4.2015,
197).
Eğer bu karar,
hukuk açısından sakat bulunuyorsa, yukarıda değinildiği üzere, biricik yasa
yolu, yine yasa yararına bozma (yazılı emir) diye adlandırılan olağanüstü yasa
yoldur (CYY, m. 309). Hukuk düzenimizde başka bir yol yoktur.
Burada da, yine
yukarıda açıklandığı gibi, “yokluk” yaptırımının uygulanma koşullan
bulunmamaktadır ve yadırganacak bir karara imza atılmıştır.
Özetle
yöntemince yasa yoluna gidilmediğinden, dolayısıyla bir iptal karan da söz
konusu olmadığından 29’uncu ve 32’nci ACM’lerinin kurdukları ret isteğinin
kabulü ve salıverme kararlan şu anda dahi hukuken varlıklarını ve
geçerliliklerini sürdürmektedir.
Özellikle 32’nci
ACM’nin ilk verdiği salıverme kararı, hukuken ortadan kaldırılmadıkça yerine
getirilmesi zorunlu bir karardır.
Bu kararın
yerine getirmeyen her kişi, TCY’nin “kişiyi özgürlüğünden yoksun kılma” suçunu
işlemiş olur (m. 109/1), kamu görevinin sağladığı gücü kullanarak işlerse daha
ağır bir yaptırımla karşı karşıya kalır (m. 109/3-d).
BİLİMSEL
İNCELEMENİN ULAŞTIĞI SONUÇLAR
İlgili
başlıklarda nedenleri ayrıntılarıyla açıklanan incelemenin ulaştığı sonuçlar,
aşağıda özetlenmiştir:
Bütün ceza
yargılaması sistemlerinin ve Türk ceza yargılaması sisteminin varlık nedeni ve
amacı, somut olgulara ve kanıtlara dayanan “suç
kuşkusu”nu, besbeiliiiğe/kesin belirliliğe (certezza, certitude, yakîn) ulaştırarak yüzde yüz yenmektir.
Yine bütün
sistemler gibi Türk ceza yargılaması sisteminde de, soruşturmaya başlayabilmek
için, yaşandığı belirtilen somut olaylar hakkında en azından belirti/izlenim
biçimindeki kanıtların belli bir suçun işlendiğine ilişkin bir “basit kuşku”yu ortaya koyması zorunludur.
Değerlendirme etkinliğine, ancak ve ancak suçun işlendiğine ilişkin bir kuşkuyu
kanıtlayabilecek (ispat) bilgiler üzerine başlanabilir. Olguya, dayanan basit bir
kuşku yok ise, soruşturmaya başlanamaz. Bu yüzden belirli olaylara ve belirti
düzeyindeki kanıtlara dayanmayan ve sadece tahminden ibaret bulunan bir kuşku,
soruşturmaya başlamak için asla yeterli bir neden olamaz. Tahmine dayanan neden yeterli sayılırsa ceza yargılaması
ister istemez başına buyrukluğa ve hak ve özgürlüklerin çiğnenmesine yol açar.
İnceleme konusu olaylarda iddiaları destekleyici
somut kanıtlara dayanılmamakta, tersine tevatüre yaslanan yapay verilerle,
soyut ve düşsel iddialarla yola çıkılmaktadır.
Ceza
yargılamasında dayanılan kanıtlar, yaşanan olayı temsil
etmeli; ayrıca elde edilebilir, ulaşılabilir,
sağlam ve güvenilir, asıl olayı tek başlarına kanıtlama gücüne sahip
olmasa bile (dolaylı kanıt) doğrudan doğruya kanıtlardan edinilen kanıyı destekleyici nitelikte bulunmalı, bilime, akla ve mantığa, maddî gerçeğe ve hukuka uygun
olmalıdır. Kanıtlar, bu nitelikleri taşımadığı takdirde asla ceza yargılamasında
kullanılamaz.
İnceleme konusu
soruşturma dosyasında dayanılan kanıtların hiçbiri, yerinde
açıklandığı üzere, ceza yargılaması hukukunda aranan ve yukarıda belirtilen
nitelikleri haiz; dolayısıyla yaşandığı ileri sürülen olayları temsil edici, destekleyici, bilime, akla ve mantığa, maddî
gerçeğe ve dolayısıyla hukuka uygun ve sağlam ve güvenilir değildir.
Özellikle düş
ürünü bir dizide geçen sözlerden esinlenilerek yapay kanıtlar üretilmesi,
bugüne değin ceza yargılamasında bildiğimizce hiç yaşanmamıştır.
Sinema
oyunlarından, senaristlerin yazdıklarından yola çıkılarak vicdani kanıya
ulaşmak, bilime ve akla uygun olmak şöyle dursun, yasal kanıtlar döneminin de
gerisine düşmek, hatta bir bakıma tarih öncesi ilkel çağlardaki akıl dışı
kanıtlar, dini sınavlar ve kanıtlar (ordel) dönemlerine dönmek, fala bakarak,
Yargıtay CGK, 19.04.1993’teki kararında sözün ettiği gibi varsayımlara dayanarak kanı oluşturmak demektir. Bu,
asla kabul edilemez.
Bu yüzden çoğu
hukuka aykırı elde edilen bütün bu yapay ipuçları
birer fantezidir; hukuka bağlı demokratik bir devlette geçmişte
gerçekten yaşanmış bir olayı temsil etmeyen, bilime, akla, mantığa, hukuka
uygun ve maddi bir yapısı bulunmayan senaryo yazarlarının ürettikleri düş ürünü
yapıntılar, varsayımlar, kanıt ve dolayısıyla ceza yargılamasının konusu ve
vicdani kanıya teme! olamaz; yargı yasak ya da düş ürünü kanıtlarla zan üzerine
hüküm kuramaz.
Koruma önlemleri, sadece yasal, yani hukuka uygun
değil; aynı zamanda geçici, araç, geciktirilemez, orantılı, ölçülü olmalı,
haklılık görüntüsü vermelidir.
A-
Şüpheli Fetullah Gülen hakkında:
1- Şüpheli
Fetullah Gülen’in adresi bellidir ve hakkında açılan bir dava, 2008 yılında
beraatla sonuçlanmıştır. 10 yılı aşkın süredir yurt dışında oturması, ülkeye
dönmemesi ve Amerika Birleşik Devletlerinde yaşaması elbette kendisine
ulaşılamayacağı anlamına gelemez. Bu yüzden yakalama vb. işlemler hukuki ve
ciddi olmaktan uzaktır.
2- Şüpheli
Fetullah Gülen hakkında zorla hükümeti düşürmeye kalkışma vb. suçlardan dolayı
kovuşturma yapılması gündemdedir. Ancak dayanılan kanıtlar
temelsizdir. Dahası, Şüpheli Fetullah Gülen’e yükletilen suçlar, siyasal
suçlar ve işleyenler siyasal suçlu olup geri verilmeleri de olanaksızdır. Bu istisnayı aşmak amacıyla yapay biçimde tevatürlerle
oluşturulmaya çalışılan terör örgütü kurma suçlaması ve kurgu suç yaratma girişimi ise ABD makamlarınca
değerlendirme yapılırken olasılıkla Türkiye’yi gülünç duruma düşürecek
nitelikte ve boyuttadır.
3- Başlatıldığı
ileri sürülen şüpheli Fetullah Gülen’i geri verme
isteğinin hukuksal dayanakları sağlam
değildir. Bu isteğin ciddi bir devlet olan Türkiye Cumhuriyetini
uluslararası düzeyde mahcup etmesi güçlü bir olasılıktır.
B-Şüpheli
Ekrem Dumanlı hakkında:
Adli kontrol önleminin uygulanması için zorunlu ve vazgeçilemez biricik koşul, tutuklamanın
koşullarının gerçekleşmiş, var ve sürüyor olmasıdır. Dolayısıyla adli
kontrole doğrudan başvurulduğu takdirde tutuklamanın koşullarının gerçekleşmiş;
tutuklamanın yerine uygulandığı takdirde ise tutuklama koşullarının sürüyor
olması zorunludur. Bu konuda CYY’nin 2012/6352 sayılı Yasa’nın 98’inci
maddesiyle değiştirilen hükmün anlatımı, yorumu gerektirmeyecek denli çıplak
mantıkla bile anlaşılabilecek biçimde açıktır: “Bir
suç sebebiyle yürütülen soruşturmada, 100’üncü maddede belirtilen tutuklama
sebeplerinin varlığı halinde, şüphelinin tutuklanması yerine adlî kontrol
altına alınmasına karar verilebilecektir.”
Bu nedenlerle
“...tutuklanmayı gerektirecek ölçüde kuvvetli suç şüphesine dayalı somut
deliller bulunmadığı...” yargısına ulaşan Mahkemenin daha sonra adli kontrol
yükümlülüklerinden biri olan “yurt dışına çıkmama”ya karar vermesi, çelişkili
olmaktan da öte, CYY’nin 109’uncu maddesine sözüne ve özüne açıkça aykırıdır ve
yasal değildir; Anayasa’da güvence altına alınan seyahat özgürlüğünün de
ihlalidir (m. 23).
C-Şüpheli
Hidayet Karaca hakkında:
1-Somut olayda
Şüpheli Hidayet Karaca, hakkında soruşturma başlatılacağının basında yer alması
üzerine Cumhuriyet Başsavcılığına kendiliğinden
giderek ifade vermek istemiş, hakkında yakalama kararı olduğunu
öğrenmesinden sonra da İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube
Müdürlüğüne yine kendiliğinden gitmiştir. Dahası Şüpheli Hidayet Karaca’nın
güvenli ve belirli bir yerleşim yeri ve açık adresi bulunmaktadır. Bütün bu olgular gözetildiğinde tutuklama gibi ağır bir
koruma önleminin uygulanması, geciktirilemez
nitelikte değildir, haklılık görüntüsü vermemektedir, araç ile amaç arasında
dengeden yoksundur. Tutukluluk, orantısız ve ölçüsüzdür.
Basmakalıp gerekçeyi yaşanan olgular doğrulamamaktadır. Bu durumuyla
Şüpheli Hidayet Karaca’nın tutuklanması, önlem olmaktan çıkmış, bir tür “öne alınmış ceza”ya dönüşmüştür. Günü kurtaran,
basmakalıp yinelemelere dayanan gerekçe, belirsiz ve yetersiz olmanın da
ötesinde gözlerden kaçırma ve peçeleme izlenimi yaratmaktadır.
D-Yargıçların
reddini kabul ve salıverme kararları:
29’uncu AC Mahkemesinin “yargıcın
reddini kabul kararları” ile 32’nci AC Mahkemesinin
tutuklu şüphelileri “salıverme kararlan” yerinde
ve doğru gerekçelere dayanmaktadır. Bu kararlar,
hukuksal yollarla kaldırılmadıkları sürece geçerlidir; Anayasa’nın
“Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır;
bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve
bunların yerine getirilmesini geciktiremez” (m. 138/4) buyruğuna göre de söz
konusu kararların yerine getirilmeleri zorunludur.
E-Yokluk
yaptırımına dayanan kararlar:
Öte yandan yasa
yararına bozma yoluna gidilmeden 10. SC Yargıçlığının 29’uncu AC Mahkemesinin kararını; 32’nci AC Mahkemesinin değişik yargıçla 32’nci AC Mahkemesinin önceki kararını yokluk yaptırımına dayanarak
geçersiz sayan kararları, bugüne değin hukukumuzda yaşanmamış örneklerdir.
Yukarıda belirtildiği üzere yokluk yaptırımıyla sakat olduğu ileri sürülün
kararların uygulanmasını etkileyecek türden de değildir.
Yaşanan olaylar,
ülkemizde ne yazık ki, günün birinde herkese gerekli olacak olan hukukun araç
haline dönüştürüldüğünü göstermektedir ve son derece üzücüdür.
1 Haziran 2015
Prof. Dr. Sami
SELÇUK
Bilkent
Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Ceza ve Ceza Yargılama Hukuku öğretim
üyesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder