Her sene yılbaşında olduğu gibi bu
sene de en çok konuşulan konulardan biri “2019’un en’leri”. Bana “2019
Türkiye’sini en iyi özetleyen söz” sorulacak olursa, cevabım İçişleri
Bakanı Süleyman Soylu’nun farklı zamanlarda iki kez sarf ettiği “Ben Anayasa
Mahkemesi ile aynı gözlükten bakmıyorum. Bakmak zorunda mıyım?” ifadesidir.
Soylu, hiç eğip bükmeden Anayasa’nın kendilerini bağlamadığını ifade etti. Sahip
olduğu güçten cesareti alarak bu sözü söylemiş olduğu anlaşılıyor. Fakat, hiç
akıllıca bir söz sarf etmediği çok açık.
İktidar, bu tutumunda yalnız değil
elbette; Evrensel hukuku ve Anayasayı çiğneyen talimatları uygulatmak için, tüm
devlet kurumlarını araçsallaştırmış durumda. OHAL Komisyonu da bu araçlardan
biri. Kamudan ihraç edilenler ceza mahkemelerinde yargılanıp beraat etseler bile
OHAL komisyonu bu kişileri görevlerine iade etmiyor. Çünkü yasaları değil, MİT
ve Emniyet tarafından oluşturulan güvenlik soruşturması raporlarını ve parti teşkilatlarından
gelen bilgileri referans alıyor. Somut
verilere dayanmayan, objektif kriterlerden uzak ve gizli oluşturulan bu
fişlemelerle yüzbinlerce insanın hayatı karartılıyor.
Güvenlik soruşturması denilen hukuksal
sapıklık
Devlet
kurumları doğumdan ölüme kadar, vatandaşlarla sıkı bir irtibat içinde. Devletin eylem ve işlemleri bireyler için doğrudan
sonuçlar doğuruyor. Bunun yanı sıra devletin, en büyük işveren olması iktidar için “Nepotizm”
in önemini bir kat daha arttırıyor. Adliyeden
emniyete, eğitimden sağlığa, devletin tüm kurumlarında tam hakimiyet kurmayı
hedefleyen AKP iktidarı, objektif
ve adil olmayan yöntemlerle adam
kayırma ve ayrımcılık yapmada zirveye yerleşti. Yandaş ve akrabalar
devlet kadrolarına yerleştiriliyor, yandaşların makamları liyakat aranmaksızın
hızla yükseltiliyor. Uzun zamandır, yandaş dışındakilerin kamuda bir işe
girmesi neredeyse hayal.
İktidar,
yaptığı ayrımcılıkları meşrulaştırmak için memuriyete giriş şartlarına
“Güvenlik soruşturmasından geçmiş olmak” şartı da eklemişti. Bu düzenleme geçtiğimiz
haftalarda Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Kararın
gerekçesi okunduğunda aslında hükumete yönelik “Güvenlik soruşturmalarının kapsamını belirleyin, içini doldurun, ondan
sonra yasalaştırın” mesajı verildiği anlaşılmaktaydı. Nitekim
iptalin hemen ardından hükumet tarafından aynı konuda yeni bir yasa tasarısı oluşturulması,
mesajın yerine ulaştığını göstermiş oldu. Fakat muhalefetin itirazları
sayesinde tasarı “şimdilik” geri
çekildi. Tasarı geri çekildi çekilmesine ama, “Güvenlik Soruşturması” denilen fişleme
mekanizması üstelik OHAL kalkmış olmasına rağmen halen işletilmeye devam ediyor. Hükumet, yasal dayanağı olmamasına rağmen
hukuka aykırı bu yöntemi terk edecek gibi de görünmüyor. Çünkü sınırsızca
kullanabildiği bu yetki sayesinde kimseye hesap vermeden istediği kelleyi
alabiliyor.
Güvenlik
soruşturması kamu hizmetine girmeye önceden hak kazanmış kişilerin bu hakkının
ellerinden alınmasında da kullanılmakta. Son 3
yıl içinde ağırlıklı olarak Kürt, Solcu, Alevi ve Gülen Hareketi
sempatizanlarından oluşan 140 bin kamu çalışanı “terör örgütleri ile irtibat ve
iltisaklı” olarak gösterilerek KHK’lara ekli listelerle afişe edilerek ihraç
edildi. Bu kişiler terör örgütüne üye olmadığı gibi, üyelik ve iltisak iddiası
da tamamen soyut idi. Gizli yürütülen istihbari soruşturmalarla, hiç bir bilgi ve
belgeye dayanmadan, haklarında soruşturma açılmadan, savunma hakkı verilmeden,
yargı yolu dahi kapatılarak ihraç edildiler. Korkunç
yanlış ve yalan ifadelerle belirlenen bu boş kriterler kural haline
getirildiğinden, adalet
memleketten kaybolup gidiyor.
İhraçlara
bakıldığında, insanların okuduğu dergi ve gazete, evinde izlediği televizyon
kanalları, kendisinin veya aile fertlerinin üye olduğu siyasi parti,
anne/babasının geçmişte bir
gösteri veya yürüyüşe katılıp
katılmadıkları, sosyal medyada kimleri takip ettiği, hangi
mesajları paylaştığı veya beğendiği, hangi derneğe üye olduğu, hangi yardım kuruluşuna bağışta bulunduğu, hakkında
soruşturma bulunan birileriyle geçmişte telefon konuşması bulunup
bulunmadığı, evine kimlerin gelip gittiği gibi
suçlulukla ilgisi olmayan davranışların ihraç sebebi olarak yeterli görüldüğü
anlaşılıyor. Hepsinin ortak özelliği, hiç biri suç olmasa da, yapanların iktidarın
hoşlanmadığı kişiler olması. Örneğin; Barış bildirisine imza atan akademisyenler,
polisin kötü muamelesini eleştiren twit atan bir öğretmen, hakkında CİMER’e
şikayet giden bir memur, “işkenceciler yargılansın” diyen bir doktor, hukuk
dışı bir iş yapmış gibi cezalandırılarak ihraç edildi. Üstelik iktidarın “sakıncalı” olarak damgaladığı bu kişiler özel sektörde dahi çalışamaz
hale getirildi.
Güvenlik
soruşturmaları ile yapılan tasarrufların hukuka aykırılığı konusunda hiç bir tereddüt bulunmuyor. Çünkü
Anayasal hükümlerle bağdaşabilirliği bulunmuyor; Anayasa’da düzenlenen ‘Ayrımcılık yasağı’nı, ‘Çalışma Hakkı’nı, ‘Herkesin özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme
hakkı’nı, ‘Kişisel verilerin korunmasını isteme hakkı’nı, ‘Temel hak ve
hürriyetlerin yalnızca kanunla sınırlanabileceği kuralı’nı ve, ‘Memurlar
ve diğer kamu görevlilerinin atanmalarının ancak kanunla düzenlenebileceği
kuralı’nı ihlal ediyor.
Güvenlik
soruşturmaları Türkiye’nin otoriterleştiği dönemlerinde muhaliflere ait hak ve
özgürlüklere el koyma yöntemi olarak yoğun olarak
kullanılagelmiştir.
Örneğin, 12 Eylül sıkıyönetim rejimi dört buçuk
milyon insanı fişledi. Bunların bir milyon yedi yüz bini
güvenlik soruşturmasına muhatap oldu. 1402 sayılı
sıkıyönetim kanunu ile binlerce kamu çalışanı işlerinden atıldı. Üniversitede kendilerinden ders aldığım hocalarım Çetin Özek, Hüseyin Hatemi ve Bülent Tanör bu yasa
ile atılıp, sonra üniversiteye geri dönenler arasındaydı. 1402 sayılı yasa daha
çok üniversite öğretim üyeleri ile özdeşleşse de ilkokul öğretmenlerinden
sanatçılara çok farklı kamu çalışanlarını
hedef aldı.
28 Şubat döneminde de milyonlarca insan namaz kıldığı, eşi başörtülü olduğu, içki
içmediği hatta evinde televizyon bulunmadığı için fişlendi.
AKP
uygulamaları, 12 Eylül ve 28 Şubat uygulamalarını dahi aratır oldu. Çünkü o
dönemlerde hak aranabilmekteydi, özel sektörde iş yapılabiliyordu, yurt dışına
çıkılabiliyordu, insanlar toplanıp örgütlenebiliyordu, basın açıklaması
yapılabiliyordu. En önemlisi, güvenlik soruşturmaları ile hakları elinden
alınan ya da hakları hiç verilmeyen kişiler yargıya başvurarak sonuç elde
edebiliyordu. Geçmişteki yargı kararları bu günkünün aksine, çoğunlukla
güvenlik soruşturması uygulamalarının aleyhinde verilmekteydi.
Otoriterleşme
dönemlerinde hak ve özgürlükleri gasp edilenler, bir süre sonra haklarına
kavuşmuşlar. OHAL KHK’ları ile mağdur edilenler de, yakın gelecekte muhakkak
haklarına kavuşacaklar. Zira hep böyle olmuş. KHK’lıların yapması gereken, umut
ve mücadelelerini sonuna kadar koruyabilmek. Ve en önemlisi, kendisi
dışındakini dışlamadan iktidarın işine gelen ‘ötekileştirme’ tuzağına
düşmemek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder