2 Ocak 2020 Perşembe

OHAL KOMİSYONU ADALETSİZLİK DAĞITIYOR

Her sene yılbaşında olduğu gibi bu sene de en çok konuşulan konulardan biri “2019’un en’leri”. Bana “2019 Türkiye’sini en iyi özetleyen söz” sorulacak olursa, cevabım İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun farklı zamanlarda iki kez sarf ettiği “Ben Anayasa Mahkemesi ile aynı gözlükten bakmıyorum. Bakmak zorunda mıyım?” ifadesidir. Soylu, hiç eğip bükmeden Anayasa’nın kendilerini bağlamadığını ifade etti. Sahip olduğu güçten cesareti alarak bu sözü söylemiş olduğu anlaşılıyor. Fakat, hiç akıllıca bir söz sarf etmediği çok açık.
İktidar, bu tutumunda yalnız değil elbette; Evrensel hukuku ve Anayasayı çiğneyen talimatları uygulatmak için, tüm devlet kurumlarını araçsallaştırmış durumda. OHAL Komisyonu da bu araçlardan biri. Kamudan ihraç edilenler ceza mahkemelerinde yargılanıp beraat etseler bile OHAL komisyonu bu kişileri görevlerine iade etmiyor. Çünkü yasaları değil, MİT ve Emniyet tarafından oluşturulan güvenlik soruşturması raporlarını ve parti teşkilatlarından gelen bilgileri referans alıyor. Somut verilere dayanmayan, objektif kriterlerden uzak ve gizli oluşturulan bu fişlemelerle yüzbinlerce insanın hayatı karartılıyor.
Güvenlik soruşturması denilen hukuksal sapıklık
Devlet kurumları doğumdan ölüme kadar, vatandaşlarla sıkı bir irtibat içinde. Devletin eylem ve işlemleri bireyler için doğrudan sonuçlar doğuruyor. Bunun yanı sıra devletin, en büyük işveren olması iktidar için “Nepotizm” in önemini bir kat daha arttırıyor. Adliyeden emniyete, eğitimden sağlığa, devletin tüm kurumlarında tam hakimiyet kurmayı hedefleyen AKP iktidarı, objektif ve adil olmayan yöntemlerle adam kayırma ve ayrımcılık yapmada zirveye yerleşti. Yandaş ve akrabalar devlet kadrolarına yerleştiriliyor, yandaşların makamları liyakat aranmaksızın hızla yükseltiliyor. Uzun zamandır, yandaş dışındakilerin kamuda bir işe girmesi neredeyse hayal.
İktidar, yaptığı ayrımcılıkları meşrulaştırmak için memuriyete giriş şartlarına “Güvenlik soruşturmasından geçmiş olmak” şartı da eklemişti. Bu düzenleme geçtiğimiz haftalarda Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Kararın gerekçesi okunduğunda aslında hükumete yönelik “Güvenlik soruşturmalarının kapsamını belirleyin, içini doldurun, ondan sonra yasalaştırın”  mesajı verildiği anlaşılmaktaydı. Nitekim iptalin hemen ardından hükumet tarafından aynı konuda yeni bir yasa tasarısı oluşturulması, mesajın yerine ulaştığını göstermiş oldu. Fakat muhalefetin itirazları sayesinde tasarı “şimdilik” geri çekildi. Tasarı geri çekildi çekilmesine ama, “Güvenlik Soruşturması” denilen fişleme mekanizması üstelik OHAL kalkmış olmasına rağmen halen işletilmeye devam ediyor. Hükumet, yasal dayanağı olmamasına rağmen hukuka aykırı bu yöntemi terk edecek gibi de görünmüyor. Çünkü sınırsızca kullanabildiği bu yetki sayesinde kimseye hesap vermeden istediği kelleyi alabiliyor.
Güvenlik soruşturması kamu hizmetine girmeye önceden hak kazanmış kişilerin bu hakkının ellerinden alınmasında da kullanılmakta. Son 3 yıl içinde ağırlıklı olarak Kürt, Solcu, Alevi ve Gülen Hareketi sempatizanlarından oluşan 140 bin kamu çalışanı “terör örgütleri ile irtibat ve iltisaklı” olarak gösterilerek KHK’lara ekli listelerle afişe edilerek ihraç edildi. Bu kişiler terör örgütüne üye olmadığı gibi, üyelik ve iltisak iddiası da tamamen soyut idi. Gizli yürütülen istihbari soruşturmalarla, hiç bir bilgi ve belgeye dayanmadan, haklarında soruşturma açılmadan, savunma hakkı verilmeden, yargı yolu dahi kapatılarak ihraç edildiler. Korkunç yanlış ve yalan ifadelerle belirlenen bu boş kriterler kural haline getirildiğinden, adalet memleketten kaybolup gidiyor.
İhraçlara bakıldığında, insanların okuduğu dergi ve gazete, evinde izlediği televizyon kanalları, kendisinin veya aile fertlerinin üye olduğu siyasi parti, anne/babasının geçmişte bir gösteri veya yürüyüşe katılıp katılmadıkları, sosyal medyada kimleri takip ettiği, hangi mesajları paylaşğı veya beğendiği, hangi derneğe üye olduğu, hangi yardım kuruluşuna bağışta bulunduğu, hakkında soruşturma bulunan birileriyle geçmişte telefon konuşması bulunup bulunmadığı, evine kimlerin gelip gittiği gibi suçlulukla ilgisi olmayan davranışların ihraç sebebi olarak yeterli görüldüğü anlaşılıyor. Hepsinin ortak özelliği, hiç biri suç olmasa da, yapanların iktidarın hoşlanmadığı kişiler olması. Örneğin; Barış bildirisine imza atan akademisyenler, polisin kötü muamelesini eleştiren twit atan bir öğretmen, hakkında CİMER’e şikayet giden bir memur, “işkenceciler yargılansın” diyen bir doktor, hukuk dışı bir iş yapmış gibi cezalandırılarak ihraç edildi. Üstelik iktidarın “sakıncalı” olarak damgaladığı bu kişiler özel sektörde dahi çalışamaz hale getirildi.
Güvenlik soruşturmaları ile yapılan tasarrufların hukuka aykırılığı konusunda hiç bir tereddüt bulunmuyor. Çünkü Anayasal hükümlerle bağdaşabilirliği bulunmuyor; Anayasa’da düzenlenen ‘Ayrımcılık yasağı’nı, ‘Çalışma Hakkı’nı, ‘Herkesin özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkı’nı, Kişisel verilerin korunmasını isteme hakkı’nı, ‘Temel hak ve hürriyetlerin yalnızca kanunla sınırlanabileceği kuralı’nı ve, ‘Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin atanmalarının ancak kanunla düzenlenebileceği kuralı’nı ihlal ediyor.
Güvenlik soruşturmaları Türkiye’nin otoriterleştiği dönemlerinde muhaliflere ait hak ve özgürlüklere el koyma yöntemi olarak yoğun olarak kullanılagelmiştir.
Örneğin, 12 Eylül sıkıyönetim rejimi dört buçuk milyon insanı fişledi. Bunların bir milyon yedi yüz bini güvenlik soruşturmasına muhatap oldu. 1402 sayılı sıkıyönetim kanunu ile binlerce kamu çalışanı işlerinden atıldı. Üniversitede kendilerinden ders aldığım hocalarım Çetin Özek, Hüseyin Hatemi ve Bülent Tanör bu yasa ile atılıp, sonra üniversiteye geri dönenler arasındaydı. 1402 sayılı yasa daha çok üniversite öğretim üyeleri ile özdeşleşse de ilkokul öğretmenlerinden sanatçılara çok farklı kamu çalışanlarını hedef aldı.
28 Şubat döneminde de milyonlarca insan namaz kıldığı, eşi başörtülü olduğu, içki içmediği hatta evinde televizyon bulunmadığı için fişlendi.
AKP uygulamaları, 12 Eylül ve 28 Şubat uygulamalarını dahi aratır oldu. Çünkü o dönemlerde hak aranabilmekteydi, özel sektörde iş yapılabiliyordu, yurt dışına çıkılabiliyordu, insanlar toplanıp örgütlenebiliyordu, basın açıklaması yapılabiliyordu. En önemlisi, güvenlik soruşturmaları ile hakları elinden alınan ya da hakları hiç verilmeyen kişiler yargıya başvurarak sonuç elde edebiliyordu. Geçmişteki yargı kararları bu günkünün aksine, çoğunlukla güvenlik soruşturması uygulamalarının aleyhinde verilmekteydi.

Otoriterleşme dönemlerinde hak ve özgürlükleri gasp edilenler, bir süre sonra haklarına kavuşmuşlar. OHAL KHK’ları ile mağdur edilenler de, yakın gelecekte muhakkak haklarına kavuşacaklar. Zira hep böyle olmuş. KHK’lıların yapması gereken, umut ve mücadelelerini sonuna kadar koruyabilmek. Ve en önemlisi, kendisi dışındakini dışlamadan iktidarın işine gelen ‘ötekileştirme’ tuzağına düşmemek...

İşkence ve kötü muamele suçları cezasız kalmaz

İşkence ve kötü muamele suçları cezasız kalmaz Av. Fikret Duran Türkiye’de işkence iddiaları hep gündemde olmuştur. Askeri darbelerden sonra...