Prof. Dr. Ergun Özbudun
İstanbul Şehir Üniversitesi
2
Olay
Samanyolu Yayın Grubu Grup Başkanlığı görevini yürütmekte olan Hidayet
Karaca, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosunun
18/12/2014 tarihli ve 2014/133596 sayılı tutuklama talebi üzerine, İstanbul 1.
Sulh Ceza Hâkimliğinin 19/12/2014 tarihli kararıyla tutuklanmıştır. Kendisine
isnad edilen suç, TCK'nun 314. Maddesi hükümlerine göre "terör örgütü
yöneticiliği"dir. Bu karar aleyhine çeşitli İstanbul Sulh Ceza Hâkimlikleri
nezdinde itiraz başvurusunda ve tahliye talebinde bulunulmuş olmakla birlikte,
bunların hepsi reddedilmiştir. Tutuklu avukatlarının reddi hâkim talebi, İstanbul
29. Asliye Ceza Mahkemesinin 24/4/2015 tarihli kararıyla kabul edilmiş,
İstanbul 32. Asliye Ceza Mahkemesi de 25/4/2015 tarihinde şüpheli Hidayet
Karaca ve diğer bazı şüphelilerin tahliyelerine karar vermiş ve tahliyenin
gerçekleşmesi için tutuklama müzekkeresini İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına
iade etmiştir. Bunun üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı bir açıklama
yaparak, tahliye kararlarının yok hükmünde olduğunu ileri sürmüş, İstanbul 10.
Sulh Ceza Hâkimliği de 25/4/2015 tarihinde aynı yönde hüküm vermiştir.
İzleyen günlerde HSYK 2. Dairesinin kararı ile, İstanbul 29. Ve 32. Asliye Ceza
Mahkemeleri hâkimleri açığa alınmış ve iki gün sonra tutuklanmışlardır.
28/4/2015 tarihinde 29. Ve 32. Asliye Ceza Mahkemeleri hâkimliklerine yeni
atamalar yapılmış ve sözü geçen Mahkemeler, daha önce verilmiş olan
kararların yok hükmünde olduğuna karar vermişlerdir.
Bireysel Başvurunun Kabul Edilebilirliği ve Âcil Tedbirin Gerekliliği
Anayasanın 148^0 ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında 6216 sayılı Kanunun 45'incî maddesine göre, "Herkes,
Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal
edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek
için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır." 6216 sayılı Kanunun
46'ıncı maddesine göre de, "Bireysel başvuru ancak ihlale yol açtığı ileri sürülen
işlem, eylem ya da ihmal nedeniyle güncel ve kişisel bir hakkı doğrudan
etkilenenler tarafından yapılabilir."
3
Önümüzdeki olayda bireysel başvurunun bütün kabul edilebilirlik şartları
mevcuttur. Hak ihlâli, bir kamu gücünün işlemleriyle, yani tutuklamaya karar
veren İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliğinin ve tahliye taleplerini reddeden diğer
Sulh Ceza Hâkimliklerinin kararlarıyla gerçekleşmiştir. Tahliye talepleri
başvuruda bulunan bütün Sulh Ceza Hâkimlikleri tarafından reddedilmiş,
İstanbul 32. Asliye Ceza Mahkemesinin tahliye kararı da yukarıda açıklandığı
üzere "yok" hükmünde sayılmış olduğuna göre, olağan hukuk yolları
tüketilmiştir. Haksız bir tutuklama işlemi ile yaklaşık 5 aydır hürriyetinden
yoksun bulunan şüphelinin, güncel, kişisel ve doğrudan biçimde etkilendiğinde
kuşku yoktur. Nihayet, aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacağı gibi, bu işlemle
şüphelinin, Anayasanın 19'uncu maddesinde düzenlenen "kişi hürriyeti ve
güvenliği" hakkı, 26'ıncı maddesinde düzenlenen "düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti" ve 36'ıncı maddede düzenlenen "hak arama hürriyeti" ihlâl edilmiştir.
Bu temel haklar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 5, 6 ve 10'uncu
maddelerine tekabül etmektedir.
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğünün 73'üncü maddesi, Mahkemeye,
"başvurucunun ... maddî ya da manevî bütünlüğüne yönelik ciddî bir tehlike
bulunduğunun anlaşılması üzerine" tedbir kararı verme yetkisini tanımaktadır.
Önümüzdeki olayda, beş aydır devam eden haksız bir tutuklama döneminin,
başvuru sahibinin maddî ya da manevî bütünlüğü üzerinde ciddî bir tehlike
oluşturduğu düşünülürse, tedbir kararının şartları da mevcuttur.
Kişi Hürriyeti ve Güvenliği Hakkı Yönünden İnceleme
Anayasamızın "kişi hürriyeti ve güvenliği" başlığını taşıyan 19'uncu
maddesinin 3'üncü fıkrasına göre, "suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan
kişiler, ancak kaçmalarını, delillerin yokedilmesini veya değiştirilmesini önlemek
maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen
diğer hallerde hâkim kararıyla tutuklanabilir." Aynı maddenin 7'inci ve 8'inci
fıkralarına göre de, "Tutuklanan kişilerin, makul süre içinde yargılanmayı ve
soruşturma veya kovuşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakları
vardır. Serbest bırakılma ilgilinin yargılama süresince duruşmada hazır
bulunmasını veya hükmün yerine getirilmesini sağlamak için bir güvenceye
bağlanabilir. Her ne sebeple olursa olsun, hürriyeti kısıtlanan kişi, kısa sürede
4
durumu hakkında karar verilmesini ve bu kısıtlamanın kanuna aykırılığı halinde
hemen serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla yetkili bir yargı merciine
başvurma hakkına sahiptir."
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) bu hükme tekabül eden
"hürriyet ve güvenlik hakkı" başlıklı 5'inci maddesinin linçi fıkrasının (c) bendi,
bu hakkın kısıtlanabileceği durumlar arasında şu hükme yer vermektedir:
"Kişinin bir suç işlediğine dair mâkul şüphenin bulunduğu veya suç işlemesine
ya da suçu işledikten sonra kaçmasına engel olma zorunluluğu kanaatini
doğuran mâkul gerekçelerin varlığı halinde, yetkili hukukî merci önüne
çıkarılması amacıyla yakalanması ve tutuklanması."
Görülüyor ki, her iki metinde de, en temel insan hakları arasında yer alan
kişi hürriyeti ve güvenliği, ancak bu hükümlerde açıkça belirtilen istisnaî
durumlarda kısıtlanabilmektedir. Önümüzdeki olayda araştırılması gereken
temel unsur, kişinin bir suç işlediğine dair "mâkul şüphe"nin bulunup
bulunmamasıdır. Belirtmek gerekir ki, Anayasamızın 19'uncu maddesi, mâkul
şüphe kavramından da daha bağlayıcı olan "kuvvetli belirti" deyimini
kullanmaktadır.
AİHM, "mâkul şüphe" konusunda önemli bir emsal teşkil eden Labita v.
İtalya kararında (Büyük Daire, 6/4/2000, başvuru no. 26772/95) şu görüşleri
ileri sürmektedir: "Mahkemenin içtihatlarına göre, bir tutukluluk süresinin
mâkul olup olmadığı sorunu, soyut olarak değerlendirilemez. Bir sanığın tutuklu
kalmasının mâkul olup olmadığı, her somut durumda o durumun özelliklerine
göre değerlendirilmelidir. Belli bir durumda tutukluluğun devamı, ancak,
masumiyet karinesine rağmen, birey hürriyetine saygı kuralına üstün gelen
gerçek bir kamu yararı gereğinin özgül belirtileri mevcut olduğu takdirde haklı
görülebilir." Millî yargı mercileri tahliye taleplerini reddederken, gerçek bir kamu
yararı gereğinin mevcut olup olmadığı hususunda lehte ve aleyhteki bütün
olguları incelemek ve bunları kararlarında belirtmek zorundadırlar. "Tutuklanan
kişinin bir suç işlediğine dair mâkul şüphenin varlığı, tutukluluğun sürmesinin
hukuka uygunluğunun olmazsa olmaz şartıdır; ancak, belli bir süre geçtikten
sonra, bu artık yeterli değildir. Bu durumlarda Mahkeme, yargı mercilerince
gösterilen diğer gerekçelerin, hürriyetten yoksun bırakılmayı haklı kılmaya
5
devam edip etmediğini tespit etmek zorundadır. Bu gerekçeler 'ilişkili' ve
'yeterli' görüldüğü takdirde de Mahkeme, yetkili millî makamların, işlemlerin
yürütülmesinde "özel özen" (speciai dikgence) gösterip göstermediklerini
araştırmak zorundadır." (para. 152, 153; aynı yönde, Nedim Şener v Türkiye,
8.7.2014, başvuru no. 38270/11, para. 68-70). Anayasa Mahkememiz de,
tutuklulukla ilgili bir bireysel başvuru kararında, AİHM'nin Labita kararındaki bu
ifadelerini hemen hemen aynen tekrarlamış ve sonuçta bir hak ihlâlinin
gerçekleştiğine hükmetmiştir. Mahkemeye göre, "tutukluluğun devamı ancak
masumiyet karinesine rağmen Anayasa'nın 19. Maddesinde güvence altına
alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkından daha ağır basan gerçek bir kamu
yararının mevcut olması durumunda haklı bulunabilir" (Başvuru no. 2012/1137,
2.7.2013, Murat Narman hakkında, para. 61). Labita kararına ve AİHM'nin
benzer kararlarına Anayasa Mahkemesinin tutuklulukla ilgili diğer bazı bireysel
kararlarında da atıfta bulunulmaktadır.
AİHM'ne göre mâkul şüphe, bir kişinin isnad edilen suçu işlemiş olabileceği
hususunda, "objektif bir gözlemciyi ikna etmeye yeterli olguların ve bilgilerin
varlığını gerektirir" (Fox, Campbell and Hartley v. İngiltere, 30.8.1990, Başvuru
No. 12244/86, 12245/86, 12383/86, para. 32).
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 100'üncü maddesine göre (f. 1)
de, "kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların ve bir tutuklama
nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı
verilebilir." Görülüyor ki, gerek Anayasanın 19'uncu maddesinin, gerek CMK'nun
10.0'üncü maddesinin ifadesine göre, kuvvetli suç şüphesine ek olarak,
Anayasa ve Kanunda sayılan tutuklama nedenlerinden birinin de varlığı, diğer
bir deyimle bu iki şartın birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. Önümüzdeki
olayda, 100'üncü maddenin 2'inci fıkrasının (a) ve (b) bentlerinde yazılı
sebepler, tutuklama kararının gerekçesi olarak gösterilmiştir. Bunlar, (a)
"şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesi uyandıran
somut olgular"ın varlığı ve (b) "delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme
hususlarında kuvvetli şüphe"nin oluşmasıdır. Ancak, aynı maddenin 3'üncü
fıkrasında sayılan "suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin
varlığı halinde, tutuklama nedeni varsayılabilir" denilmektedir. Şüpheliye isnad
6
edilen suç, bu listede yer alan, TCK'nun 314'üncü maddesinde düzenlenmiş
olan "silâhlı örgüt" yöneticiliği suçudur. Ancak, maddede kullanılan
"varsayılabilir" ifadesi, bu suçlarda da tutuklamanın zorunlu olmadığını, bu
konuda hâkime takdir hakkı tanındığını göstermektedir. Bu takdir hakkı
kullanılırken, elbette tutuklamadaki kamu yararı ile birey hürriyeti arasındaki
denge gözetilmen, dengenin korunması için "özel özen" gösterilmelidir.
Önümüzdeki olayda, bu tutuklama nedenlerinden hiçbirinin mevcut olmadığı
açıktır. Şüpheli kendi iradesiyle gelip ifade verdiğine göre, kaçma veya
saklanma şüphesinin mevcut olmadığında hiçbir kuşku yoktur. Kendisi, esasen
Türkiye toplumunda tanınmış ve saygın bir kişidir. Böyle bir şüpheyi
uyandıracak "somut olguların var olmadığı da açıktır. Aynı şekilde, tutuklama
kararında dayanılan başlıca delil, 2009 yılında yayınlanan bir televizyon
dizisindeki bazı replikler olduğuna göre, delillerin yok edilmesi, gizlenmesi veya
değiştirilmesi ihtimali hiçbir şekilde mevcut değildir. Üçüncüsü ve en önemlisi,
bu repliklerdeki ifadelere dayanılarak, şüpheliye "terör örgütü yöneticiliği"
suçunun isnad edilmesi, "mâkul ya da "kuvvetli" suç şüphesi şartı ile hiçbir
şekilde bağdaşmayan, hayal gücünü zorlayan bir iddiadır.
Gerçekten, bünyesinde 13 televizyon, 9 radyo, haber ve internet sitesi,
internet medya platformu, elektronik dergi ve iki yazılı derginin bulunduğu,
1200 çalışanı olan bir yayın grubunun başkanı olan şüphelinin, bir televizyon
dizisinde geçen bazı konuşmalarla ilgilenmesi ve bunlardan şahsen haberdar
olması, hayatın normal akışına uygun değildir. Şüphelinin kendisi de,
sorgusunda bu yönde ifadede bulunmuştur.
Gizemli, komplolu ve zaman zaman şiddet sahnelerine yer veren diziler,
günümüzde pek çok televizyon kanalında gösterilmekte ve rağbet bulmaktadır.
Tamamen hayal ürünü olduğu dizinin takdiminde de belirtilen böyle bir dizinin
yayınlanmasıyla şüphelinin, terör örgütü yöneticiliği suçu işlediğini iddia etmek,
mantık sınırlarını zorlayan bir iddiadır. Öyle görünüyor ki, böyle bir zorlamaya,
tutuklamaya Türkiye kamuoyunun bazı kesimleri gözünde haklılık kazandırmak
gibi hukuk-dışı bir saikle başvurulmuştur.
Gene, Sulh Ceza Hâkimliğinin tutuklama kararının gerekçeleri arasında,
7
şüpheli ile Fethullah Gülen arasında geçtiği iddia edilen bir telefon konuşmasına
da yer verilmiştir. Oysa, savcılık sorgusu sırasında şüpheli ve müdafileri, bu ses
kaydının kanunsuz olarak elde edildiğini ileri sürmüşler, gerek Karaca gerek
Gülen böyle bir konuşmanın yapılmadığını beyan ederek Savcılığa yaptıkları
şikayet dilekçelerini sunmaları üzerine savcı bu soruyu şüpheliye sormaktan
sarfınazar etmiştir. Buna rağmen söz konusu kayda tutuklama kararında somut
delil olarak değinilmiş olması, Anayasamızın 38'inci maddesindeki "kanuna
aykırı olarak elde edilmiş bulgular, delil olarak kabul edilemez" hükmüne ve
CMK'nun 206'ıncı maddesinin 2-a hükmüne açıkça aykırıdır. Bu durum, özellikle
soruşturma aşamasında gerçekleşen diğer usulsüzlüklerle birlikte
değerlendirildiğinde, AİHM'nin, tutukluluğa ilişkin işlemlerde milli yargı
mercilerinden beklediği "özel özen" gösterme yükümlülüğüne de aykırıdır.
Önümüzdeki olayda "özel özen" gösterme yükümlülüğüne uyulmadığının
başka bir kanıtı da, adlî kontrol tedbirlerinin yeterli olup olmadığının
tartışılmamış olmasıdır. Oysa, 6352 sayılı Kanunun 981nci maddesi adlî kontrol
tedbirlerinin alınmasını kolaylaştırmıştır. Bilindiği gibi, kişi hürriyeti asıl, bunun
kısıtlanması istisnadır. İlgili yargı merciinin, adlî kontrol tedbirlerinin yeterli
olacağı durumlarda tutuklama kararı vermemesi gerekir. Nitekim aynı suçun
isnad edildiği Ekrem Dumanlı hakkında, adlî kontrol tedbiri ile yetinilmiştir.
Anayasa Mahkememizin bir bireysel başvuru kararında, "mevcut adlî kontrol
taleplerinin yeterince dikkate alınmadığı" gerekçesiyle, hak ihlâli kararı
verilmiştir (Başvuru no. 2013/6099, 16.7.2014, Veli Küçük hakkında, para. 63).
Şüpheliye isnad edilen suç, TCK'nun 314'üncü maddesinde yer alan "silâhlı
örgüt" yöneticiliği suçudur. Silâhın hiçbir şekilde mevcut olmadığı bir ortamda
bu suçun, bir TV dizisi yoluyla nasıl işlenebileceğini anlamak, gerçekten
mümkün olamamaktadır. Keza, tutuklama kararının dayanaklarından biri olarak
gösterilen, Tahşiye operasyonu ile şüpheli arasındaki bağlantıyı kanıtlayan
hiçbir somut delil yoktur. Bu örgüt hakkında soruşturma, Tek Türkiye dizisinden
ve Karaca ile Gülen arasında geçtiği iddia edilen konuşmadan önceki tarihlerde
başlamış ve halen yargılaması Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesinde devam
etmektedir. Bu olayla, terör örgütü yöneticiliği iddiası arasında nasıl bir
mantıksal bağ kurulabildiğini de anlamak mümkün olmamaktadır.
8
Sonuç olarak tutuklama kararı, Anayasanın 19'uncu ve AÎHS'nin 5'inci
maddelerine ve CMK'nun yukarıda değinilen hükümlerine aykırıdır. Ancak hak
ihlalleri, tutuklama kararı ile sona ermemiş, tahliye taleplerinin reddine dair
Sulh Ceza Hâkimlikleri kararlarında da devam etmiştir. Gerçekten, 2.7.2012
tarihli ve 6352 sayılı Kanunda, CMK'nun lOlInd maddesinde tütuklu lehine
olarak şu değişiklik yapılmıştır:
"(2) Tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya bu husustaki bir tahliye
isteminin reddine ilişkin kararlarda;
a) Kuvvetli suç şüphesini,
b) Tutuklama nedenlerinin varlığını,
c) Tutuklama tedbirinin ölçülü olduğunu,
gösteren deliller somut olgularla gerekçelendirilerek açıkça gösterilir."
Bu değişiklikle, tutuklama kararlarında ve tahliye taleplerinin reddine dair
kararlarda, o zamana kadar yaygın olarak görüldüğü gibi, basmakalıp, stereotip
ifadelerle yetinilmemesi ve maddede belirtilen hususların "somut olgularla
gerekçelendiril"mesi sağlanmak istenmiştir. Bu değişiklik, AİHM içtihatlarına da
uygundur. Mesela Mansur v. Türkiye davasında Mahkeme, "gözaltını teyid eden
birinci derece mahkemesi hemen daima, stereotip olmasa bile, birbirine eş
ifadeler kullanmış ve üç defasında da hiçbir gerekçe açıklamamıştır." Dolayısıyla
Mahkeme, Sözleşmenin ihlâl edilmiş olduğuna hükmetmiştir (Mansur v. Türkiye,
8.6.1995, başvuru no. 16026/90, para. 55).
Anayasa Mahkemesinin tutukluluğa ilişkin bireysel başvurular dolayısıyla
verdiği kararlar da, tamamen aynı yöndedir. Mesela serbest bırakılma
taleplerine ilişkin "kararların yeterince gerekçelendirilmiş olup olmadığı göz
önüne alınmalıdır... bu gerekçelerin tutukluluğun devamını haklı gösterecek
içerikte olmadığı ve aynı hususların tekrarı niteliğinde olduğu görülmektedir"
(Başvuru no. 2012/1137, 2.7.2013, para. 64, 72). Tutukluluğu gerekli kılan
"durumun devam edip etmediğinin ilgili ve yeterli gerekçelerle ortaya konulması
ve yürütülen işlemlerde gerekli özenin gösterilmesi gerekir... bu gerekçelerin
tutukluluğun devamının hukuka uygunluğu ve tutuklamanın meşruluğunu haklı
9
gösterecek özen ve içerikte olmadığı ve aynı hususların tekrarı niteliğinde
olduğu görülmektedir" (Başvuru no. 2012/1158, 21.11.2013, para. 54, 56).
"Serbest bırakılmayı talep eden kişinin özel durumunun dikkate alınması ve bu
anlamda tutukluluk gerekçelerinin kişiselleştirilmesi bir zorunluluktur...
gerekçelerin tutukluluğun devamının hukuka uygunluğu ve tutulmanın
meşruluğunu haklı gösterecek içerikte olmadığı ve aynı hususların tekrarı
niteliğinde olduğu görülmektedir" (Başvuru no. 2014/328, 17.7.2014, para. 42,
43; aynı yönde, başvuru no. 2014/184, 16.7.2014, para. 81, 83).
"Başvurucunun tahliye taleplerinin ve tahliye taleplerinin reddi üzerine yatığı
itirazlarının formül gerekçelerle reddedildiği..." (Başvuru no. 2012/1108,
16.7.2014, para. 117).
Somut olayda, tutuklama kararı veren İstanbul 1. Sulh Ceza Hâkimliğinin ve
bu karara itirazları reddeden diğer Sulh Ceza Hâkimlikleri kararlarının, bu
kriterlerle bağdaşmadığı açıktır. 1. Sulh Ceza Hâkimliğinin kararında, tutuklama
nedeninin "Kanun gereğince varsayıldığı gibi, yanlış bir ifadeye yer verilmiştir.
Oysa, yukarıda belirtildiği gibi, isnad olunan suçun CMK'da sayılan katalog
suçlardan olması, tutukluluğu zorunlu kılmamaktadır. Diğer gerekçeler, kaçma
şüphesi, delilleri yok etme veya gizleme şüphesi, işin önemi, beklenen cezanın
ağırlığı gibi kanundaki ifadeleri tekrarlayan, gerekçeleri kişiselleştirmeyen, adlî
kontrol tedbirlerinin niçin yeterli olmayacağını tartışmayan, kısacası tutuklama
işlemlerinde gösterilmesi gereken "özel özen"i hiçbir şekilde göstermeyen
basmakalıp formül ifadelerden oluşmaktadır. 30.1.2015 tarihinde tahliye
talebini reddetmiş olan 3. Sulh Ceza Mahkemesinin 2015/624 D. İş numaralı
kararının gerekçesi de "aynı hususların tekrarı" niteliğindedir. Bu husus, 8. Sulh
Ceza Hâkimliğinin 12.3.2015 82015/281 D. İş), 7. Sulh Ceza Hâkimliğinin
1.4.2015 (2015/343 D. İş), 5. Sulh Ceza Hâkimliğinin 20.3.2015 (2015/1791
D. İş) kararları bakımından da aynen geçerlidir.
Sonuç olarak, Anayasanın 19'uncu ve AİHS'nin 5'inci maddesinde yer alan
kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının açık şekilde ihlal edilmiş olduğunda kuşku
yoktur.
Âdil Yargılanma Hakkı Yönünden İnceleme
10
Anayasamızın 36'ıncı maddesine göre, "herkes, meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve
savunma ile âdil yargılanma hakkına sahiptir." AİHS'nin bu hükme tekabül eden
5'inci maddesinin ilk fıkrasına göre de, "herkes davasının, medeni hak ve
yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezaî alanda kendisine yöneltilen
suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş, bağımsız
ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve mâkul bir süre
içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir."
Somut olayda, tutuklama kararı ve tahliye taleplerinin reddine dair kararlar,
18.6.2014 tarihli ve 6545 sayılı Kanunla kurulan sulh ceza hâkimliklerince
verilmiştir. Oysa, sulh ceza hâkimliklerinin anayasaya uygunluğu konusunda
ciddî kuşkular vardır. Nitekim anayasa hukukçusu Prof. Dr. Kemal Gözler, "Sulh
Ceza Hâkimlikleri ve Tabiî Hâkim İlkesi" başlıklı ayrıntılı açıklamasında
(www.anayasa.gen.tr), söz konusu kanunun tabiî hâkim ilkesine ve dolayısıyla
hukuk devleti ilkesine aykırılığını savunmaktadır. Bilindiği gibi 6545 sayılı
Kanun, kaldırdığı sulh ceza mahkemelerinin arama, yakalama, tutuklama kararı
verme gibi soruşturma işlemlerine ilişkin görev ve yetkilerini, yeni kurulan sulh
ceza hâkimliklerine vermiştir. Kanunun en çok eleştiriye uğrayan yönleri, çok az
sayıda sulh ceza hâkimliğinin kurulmuş olması ve bunların kararlarına karşı
ancak gene diğer sulh ceza hâkimlikleri nezdinde itiraz edilebilmesidir. 6545
sayılı Kanunun 48'inci maddesine göre, "kanunların ayrıca görevli kıldığı haller
saklı kalmak üzere, yürütülen soruşturmalarda hâkim tarafından verilmesi
gerekli kararları almak, işleri yapmak ve bunlara karşı yapılan itirazları
incelemek amacıyla sulh ceza hâkimliği kurulabilir. Bu durumda sulh ceza
hâkimlikleri numaralandırılır... Sulh ceza hâkimliği, her il merkezi ile bölgelerin
coğrafî durumları ve iş yoğunluğu göz önünde tutularak belirlenen ilçelerde
Hâkimler ve Savcılar Kurulunun olumlu görüşü alınarak Adalet Bakanlığınca
kurulur."
Bu hükümleri eleştiren Prof. Gözler'e göre, "örneğin İstanbul Adliyesinde,
söz konusu Kanun uyarınca 38 adet sulh ceza mahkemesi kaldırılmış yerlerine
sadece 6 adet sulh ceza hâkimi atanmıştır. Eskiden İstanbul Adliyesinde
tutuklanması talep edilen kişinin 38 hâkimden birinin önüne çıkması ihtimali var
11
iken, şimdi 6 hâkimden birinin önüne çıkması ihtimali var. Keza eski sistemde
bu 38 sulh ceza mahkemesi hâkiminin birinin kararına itiraz edildiğinde itiraz
başvurusu, bu 38 hâkimden biri tarafından değil, 55 asliye ceza hâkiminden o
gün nöbetçi olan birisi tarafından karara bağlanıyordu. Oysa yeni sistemde bu 6
sulh ceza hâkiminin birisinin verdiği karara itiraz edildiğinde itiraz hakkında
diğer beş hâkimden birisi karar verecek. Görüldüğü gibi eski sistemde, iktidarın,
bir ihtimal, art niyetli arama, gözaltı, tutuklama kararı çıkarmak istemesi
durumunda İstanbul Adliyesinde etkilemesi gereken hâkim sayısı 93 iken, yeni
sistemde bu sayı 6'ya düşmüştür. Haliyle 6 hâkimi etkilemek, 93 hâkimi
etkilemekten daha kolaydır."
Gene Gözlerin ifade ettiği gibi, "tabiî hâkim ilkesini değerlendirirken,
mahkemeyi kuran kanun koyucunun bu mahkemeyi kurmakla güttüğü amaç
kaçınılmaz olarak devreye girmektedir." Gerçekten, 6545 sayılı Kanunun
kabulünden önce dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan'ın sulh ceza
hâkimliklerinden "proje mahkemeler" olarak söz etmesi, 6524 sayılı Kanunla
iktidar partisinin denetimine giren HSYK Birinci Dairesinin sulh ceza
hâkimliklerine kamuoyunca iktidara yakın olduğuna inanılan hâkimleri ataması,
bu hâkimliklerin daha sonra verdikleri kararlar, iktidar partisi mensuplarının
yargılamayı etkilemeye mâtuf beyanları, kanunun amacının, adalet sisteminde
reform yapmak değil, belli bir grübu cezalandırmak olduğu yolunda ciddî
kuşkular uyandırmaktadır. Bu hususlar göz önüne alındığında, sulh ceza
hâkimliklerinin, AİHS'nin 6'ıncı maddesi anlamında "bağımsız ve tarafsız bir
mahkeme" olarak nitelendirilmeleri çok güçtür. Nitekim reddi hâkim talebi,
İstanbul 29. Asliye Ceza Mahkemesi tarafındn kabul edilmiştir. Bu kararın daha
sonra hukuka aykırı yollardan yetkisizlik nedeniyle "yok" sayılması, bu konuda
kamuoyunda mevcut olan yaygın şüphelerin ortadan kalktığı anlamına
gelmemektedir.
AİHM içtihatları, Sözleşmenin 6'ıncı maddesinde düzenlenen âdil yargılanma
hakkı çerçevesinde, yargı mercilerine erişme hakkını özellikle vurgulamaktadır.
Meselâ Mahkeme, Geouffre de la Pradelle v Fransa dâvasında (Başvuru no.
12964/87, 16 Aralık 1992) şu görüşü ifade etmiştir: "Mahkeme, 6'ıncı Maddede
düzenlenen 'mahkemeye başvuru hakkı'nın mutlak bir hak olmadığı görüşünü
12
tekrarlar. Bu hak, sınırlamalara tâbi olabilir; ancak bu sınırlamalar, bireye
bırakılan başvuru alanını, hakkın özüne zarar verecek derecede sınırlamamalı
ve daraltmamalıdır" (para. 28). Başka bir kararında da AİHM, benzer görüşleri
şu şekilde ifade etmiştir: "Devam etmekte olan bir dâvada taraflara sağlanan
usûl garantilerini ayrıntılı olarak tanımlayan 6'ıncı maddenin 1’inci fıkrasının,
herşeyden önce, bu garantilerden yararlanmayı fiilen mümkün kılan tek hususu,
yani bir mahkemeye müracaat hakkını tanımamış olması tasavvur edilemez.
Yargısal işlemlerin hakkaniyete uygun, kamuya açık ve süratli olma
niteliklerinin, eğer bir yargısal işlem ortada yoksa, hiçbir değeri yoktur...
(Yargıya) erişim hakkı, 6'ıncı maddenin l'inci fıkrasında ifade edilen hakkın
içinde mündemiç olan bir unsurdur" (Golder v. The United Kingdom, başvuru
no. 4451/70, 21.2.1975, para. 35, 36).
Somut olayda, bir sulh ceza hâkiminin verdiği karara, adalet sisteminin
normal hiyerarşisi içinde değil, ancak sayıları çok sınırlı olan diğer sulh ceza
hâkimlikleri nezdinde itirazda bulunulabilmesi, yargıya erişim hakkı üzerinde,
bu hakkın özünü zedeleyecek ölçüsüz bir sınırlandırmadır. Bu hâkimliklerin
tarafsız ve bağımsız nitelikleri konusundaki kuşkular, hak ihlâlinin ağırlığını
arttırmaktadır. Sulh ceza hâkimliklerini kuran kanun Anayasaya aykırı telâkki
edilmese dahi, bu kanunun uygulanmasından doğan hak ihlâllerinin tesbiti ve
düzeltilmesi, Anayasa Mahkemesinin hem yetkisi, hem görevi dahilindedir.
Somut olayda âdil yargılanma hakkını ihlâl eden başka bir durum da,
İstanbul 3. Sulh Ceza hâkimliğinin 13.12.2014 tarihli kararıyla (2014/3044 D.
İş), "şüpheli, müdafileri ve diğer soruşturma süjelerinin soruşturma dosyasını
inceleme ve örnek alma" yetkilerinin kısıtlanmasına karar verilmiş olmasıdır. Bu
durum, AİHM içtihatlarına açıkça aykırıdır. AİHM Büyük Dairesinin bir kararına
göre, "Sözleşmenin 5/4. Maddesine göre tutuklamaya itirazı inceleyen
mahkeme önünde yürütülen işlemler, çekişmeli olmalı ve daima taraflar, savcı
ve tutuklu kişi, arasında 'silâhların eşitliği'ni sağlamalıdır... Müdafinin,
müvekkilinin tutuklanmasının hukuka uygunluğuna etkili şekilde itiraz
edebilmesi bakımından zorunlu olan soruşturma dosyasına erişmesi
yasaklandığı takdirde, silâhların eşitliği sağlanmış olmaz" (Mooren v. Almanya,
başvuru no. 11364/03, 9.7.2009, para. 124).
13
Düşünceyi Açıklama Hürriyeti Yönünden İnceleme
Anayasamızın 26'ıncı ve AİHS'nin 10'uncu maddelerinde yer alan düşünceyi
açıklama ya da ifade hürriyeti, demokratik bir toplumda en büyük önem taşıyan
hürriyetlerden biridir. Somut olayda, tamamen hayalî olduğu ilgili TV kanalı
tarafından da ifade edilen, Türkiye ve diğer ülkelerde pek çok emsali bulunan,
gizem ve komplolara dayanan bir senaryonun birkaç repliği ile, silâhlı terör
örgütü kurma ve yöneticiliği suçunun isnad edilmiş olması, akıl ve mantığın
kabul edebileceği bir husus olamaz. Düşünceyi açıklama araçları ile elbette bazı
suçlar işlenebilir, ama herhalde silâhlı terör örgütü kurma suçunun bu yolla
işlenebileceği iddia edilemez. Dolayısıyla tutuklama işlemi, ifade hürriyeti
açısından da bir ihlâl oluşturmaktadır. 21.05.2015
Ergun Özbudun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder