24 Ağustos 2020 Pazartesi

İşkence ve kötü muamele suçları cezasız kalmaz

İşkence ve kötü muamele suçları cezasız kalmaz

Av. Fikret Duran


Türkiye’de işkence iddiaları hep gündemde olmuştur. Askeri darbelerden sonra cunta yönetimi uygulamaları ve 1990’lı yıllarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde gerçekleşen işkenceler hala hafızalarda. O günler geride kaldı derken, Türkiye’nin son 5 yılı yeniden işkence iddialarının zirve yaptığı bir dönem oldu. 


İktidar, 15 Temmuz darbe girişimini otoriter bir rejim kurmak için fırsata dönüştürerek OHAL ilan etti. Peşinden hak ve özgürlükleri askıya alan KHKlar çıkarmaya başladı. Daha ileri giderek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini askıya aldığını açıkladı. Hukuktan boşalan yeri, işkence ve kötü muameleler doldurdu. Ülkenin kirli geçmişi, AKP iktidarının bedeninde kendine yeniden yaşam alanı buldu. Olağanüstü Hal 19 Temmuz 2018 Tarihinde son bulsa da, artık fiili bir hal aldı. 


Çok sayıda işkence mağdurunun anlatımlarında Ankara Emniyet Müdürlüğü spor salonu kesişme noktası. Mağdurların gözaltı tarihleri, yaşları, meslekleri, cinsiyetleri değişse de anlattıkları değişmiyor; filistin askısı, dayak, tecavüz,  tehdit, aç susuz bırakma ve daha bir sürü insanlık dışı suç. Duvarların insan boyunda kana bulandığını ifade ediyorlar. Ankara’da işkencenin uygulandığı buna benzer 4 farklı adres daha bulunuyor.


Özellikle 15 Temmuz sonrasında işkence suçlarının sistematik olarak işlendiği hem Avrupa  Komisyonu İşkenceyi Önleme Komitesi hem de BM İşkenceyi Önleme İnsan Hakları Komiserliği’nin raporlarına yansıdı. Ulusal düzeyde ve uluslararası alanda faaliyet yürüten  insan hakkı örgütleri ve baroların da bu doğrultuda raporları bulunmakta. Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi’nin 5 Ağustos 2020 Tarihli son Türkiye raporunda işkence türleri anlatılarak amir konumunda bulunan devlet görevlilerinin işkenceye onay verdiği, daha vahimi kimi zaman astlarına işkence talimatları verdiği yansımış durumda.


Hükumet yetkilileri işkenceyi önlemek ve faillerini cezalandırmak yerine iki yüzlü bir tavır sergiliyor; Bir taraftan işkenceyi teşvik ederken, diğer taraftan “işkenceye sıfır tolerans” söylemini slogan haline getirmiş durumda. Fakat bu güne kadar kamu görevlilerince işlenen işkence ve kötü muamele suçları hakkında etkili bir soruşturma yürütülmedi. 


Hükumet, işkence ve kötü muamele iddiaları içi boş sloganlarla inkar etse de özellikle kolluğun gerçekleştirdiği işkence ve kötü muamelenin gerçek boyutlarını Adalet Bakanlığı’nca açıklanan resmî verilerin satır aralarında okumak mümkün. Bakanlık tarafından 2018 yılı içinde görevli memura mukavemet” iddiasıyla 163.000 soruşturma yürütüldüğü açıklandı. İşkence ve kötü muamele şikayetlerini bastırmak için kolluk tarafından alel acele memura mukavemet” dosyası hazırlanmasının çokça başvurulan bir yöntem olduğu biliniyor. Durum tersinden okunduğunda, ülkede sadece 2018 yılında 163.000 işkence ve kötü muamele vakasının yaşandığı söylenebilir.


İşkence suçu, yoğun olarak gözaltı merkezlerinde ve kolluk araçlarında gerçekleşiyor. Emniyet müdürlüklerindeki işkenceyi; cezaevleri, mülteci barındırma merkezleri ve kaçırılmalarla bilinmeyen merkezlerde yapılan işkenceler takip ediyor. 

İşkencenin yoğun olarak hürriyetin yoksun bırakılmaya başlanması anından başlayarak kişinin hakimlik önüne çıkarıldığı ana kadar yoğunlaşmasının en önemli sebebi, işkence yoluyla suç ve delil üretilmek istenmesi olduğu anlaşılıyor.

İşkence ile;

  • Ayrımcılık, nefret gibi duygularla mağdurun cezalandırması,
  • Bilgi almak için baskı oluşturulması,
  • Korku ve yıldırma ile mağdur suç itirafı alınması,
  • 3. kişilere karşı suç oluşturulması hedefleniyor. 


Modern ceza hukuk sistemleri, delilden şüpheliye ulaşır. Delil yoksa, suç da yoktur, suç olmadığından suçlama da yapılamaz. İşkence ceza hukuk sistemini ters yüz edilerek Ortaçağ engizisyon yargılamalarındaki gibi suçsuz bir kişinin suçunu itiraf etmesi istenir. 


İşkencenin tanımı


Mağdurun bedensel ve ruhsal yönden acı çekmesine, algılama ve irade yeteneğinin etkilenmesine, aşağılanmasına sebep olacak her türlü eylem işkence olarak tanımlanır.  İşkence ve kötü muamele, mağdurun yaşına, sağlık durumuna, sosyal konumuna, cinsiyetine göre farklılık gösterebilir. Yolu bir şekilde polis veya jandarma ile kesişen çok sayıda insanın maruz kaldığı muamele aslında işkence veya kötü muamele yasağı kapsamında olmasına rağmen, kolluk tarafından işlenen bu suçun cezalandırılacağına dair inanç bulunmadığından,  ya da yeterli bilinç olmadığından durum sineye çekilerek şikayet yoluna gidilmez. 


AIHM işkence ve kötü muamele suçlarını ayırt etmeksizin aynı başlık altında ‘Mutlak yasak’ olarak değerlendirir. Uluslararası mahkemenin bu net tutumu takınmasında, devletlerin işkence iddiasına muhatap olmamak için amaçlarını fiziki şiddet yerine psikolojik şiddeti uygulayarak gerçekleştirmesi etkili olmuştur. AIHM tarafından verilen çok sayıda ihlal kararında, fiziksel darp, cebir veya eziyetle sınırlı kalınmayıp, ruhsal bütünlüğü hedefleyen psikolojik eylemler de işkence kapsamında değerlendirilmektedir. Fiziksel ve psikolojik işkence arasında geçişkenlik bulunmaktadır. Bu yüzden ikisi arasında yapılacak ayrım, yapaydır. Fiziksel işkencenin psikolojik zararları olduğu gibi, psikolojik işkencenin de fiziksel zararları olabilmektedir. 


Çok sayıda insan hakkı raporu içeriği, mahkeme tutanağı  ve mağdur anlatımlarından hareketle  Türkiye’de uygulanan işkence ve kötü muamele türlerini şu başlıklarda toplamak mümkün:


Künt travma: Yumruk atma, tekmeleme, tokat atma, kafayı duvara vurma, falaka, kaba dayak, sopa veya copla vurma, silah kabzesi veya dipçiği ile vurma, itip kakma, yere düşürme

Pozisyon işkencesi: Filistin askısı, uzun süre hareket kısıtlaması, ayakta bekletme, belli bir pozisyonda durmaya zorlama, belli hareketleri yapmaya zorlama

Nefessiz bırakma: Sulu veya kuru yöntemlerle ağzı kapatma, boğazı sıkarak nefessiz bırakma

Kötü ortamlar: Havasız, nemli, kalabalık, kirli, aşırı sıcak veya aşırı soğuk ortamda kalmaya zorlama, parlak ışığa maruz bırakma, karanlıkta bırakma, pencerenin açtırılmaması,  gürültüye maruz bırakma

Yeme içme ihtiyacının karşılanmaması: Aç veya susuz bırakma, kötü/bozuk yiyecek verme, elleri kelepçeli yemeye zorlama, yere dökülen suyu içmeye zorlama

Ayakla ezme: Parmak, kol veya bacakları ayakla ezme

Cinsel saldırı: Tecavüz, cinsel taciz, sarkıntılık, cinsel organlara yönelik şiddet

Kötü tutukluluk koşulları: Hücre cezası, aşırı kalabalık koğuş, sağlık ve hijyen şartlarına uygun olmayan koğuşlarda tutma, yetersiz yemek verme, sağlık hakkı ihlali, keyfi disiplin cezaları

İhtiyaçlardan yoksun bırakma: Uykusuz bırakma, uzun süre banyo yaptırmama, tuvalete gitmeye izin vermeme, mağdurların birbiriyle özdeşim kurmasını engelleme, başı örterek veya gözleri bağlayarak ışık ve zaman duygusundan yoksun bırakma, penceresiz odada 24 saat ışığı açarak zaman duygusundan mahrum bırakma, 

Aşağılamalar: Tükürme, çırılçıplak soyma, bağırma, küfretme, hakaret etme, teşhir etme aşağılama, çıplak arama, her türlü mahremiyet ihlali, tek tip kıyafet giydirme 

Soğuk su dökme

Tehditler: Mağdur veya yakınlarını ölüm veya tecavüzle tehdit etme, yalancı infaz, daha çok işkence yapmakla tehdit

Köpekle tehdit

Psikolojik tekniklerle yapılan işkence: İyi/polis kötü polis rolü oynama, ihanete zorlama, öğrenilmiş çaresizlik, müphem durumlara veya çelişkili mesajlara maruz bırakma

Değerlere saldırı: Kutsal değerler ve manevi kişiliklere küfür ve hakaretler

Davranışsal baskı: Yakalama ve gözaltında aşırı güç kullanma, emniyete kendisi giden birine ters kelepçe takma

Başkasına yapılan işkenceye tanıklığa zorlama: Başkasını yapılan işkence ve kötü muameleyi izletme/dinletme, başkasına tecavüz edilmesini seyrettirme/dinletme

Tedaviden mahrum bırakma: Tedavinin sağlanmaması, ilaçların verilmemesi, bulaşıcı hastalık veya salgın hastalığa maruz bırakma


İşkence ve kötü muamele mağdurları ne yapmalı? 


Hükumet Anayasaya ve uluslararası sözleşmelere aykırı şekildeyargılanmazlık zırhı’ anlamına gelecek düzenlemelerle işkencecilere güvence sağlamak istese de, bunda başarılı olamayacağı  çok açık. İşkenceciler de bundan cesaret alarak yapanın kar olacağını düşünüyor gibiler. Fakat dünya hukuk  tarihindeki örnekler bunun tam tersini söylüyor. İşkence ve kötü muamele bütün insanlığı  hedef alan suçlardandır. Bundan dolayı uluslararası toplum, işkence ile topyekün mücadele etmek için uluslararası denetim mekanizmaları oluşturmaktadır. Zamanaşımı olmadığından travmanın etkisi ve korku ortamı sona  erdikten sonra şikayeti mümkündür. İç hukuktaki manzara tamamlanması gereken şekli bir prosedürden ibaret olsa da, mağduriyetler uluslararası yargıya taşındığında adalet tesis edilebilecektir. Yeterki iddialar delillendirilerek işkence ile işkenceciler arasındaki nedensellik bağı doğru  bir şekilde kurulabilsin. 


İşkence mağdurları Uluslararası yargıda sonuç alabilmek için nelere dikkat etmelidir?

  • İşkencenin yer, tarih, saati kaydedilmeli,
  • İşkence eylemleri detayları ile not edilmeli, 
  • İşkenceyi ispata yarayacak deliller muhafaza edilmeli: Doktor raporu, kamera kaydı, fotoğraf, elbise, tanık isimleri, nakil aracı plakası vs. ispata yarayacak her türlü delil ve bulgu olarak değerlendirilebilir. Aradan uzun süre geçmesi suçun ispat edilmesini zorlaştıracağından ispata yarar her türlü delili muhafaza etmekte fayda olacaktır.
  • İşkence failinin adı ve soyadı, görev ve rütbesi, bunlar bilinmiyorsa teşhise yarayacak tanımlayıcı bilgiler not alınmalı: Boyu, kilosu, saç şekli, saç rengi, göz rengi, ten rengi, yüzündeki belirgin özellikler, varsa şivesi, dövme olup olmadığı, sarhoşluk emaresi olup olmadığı veya tanımlamaya yarayacak başkaca detaylar.
  • Gözaltı işleminin başından itibaren mümkün ise özel avukat ile, değilse CMK servisinden istenecek avukat ile görüşme talep edilmeli. Avukata, uğranılan işkence ve kötü muamele anlatılmalı, tutanak düzenlenmesi sağlanmalı. 
  • Avukatın Baro, Tabipler Birliği, İnsan Hakkı Dernekleri gibi kuruluşlarla iletişim kurarak  yardım sağlaması talep edilmeli.
  • Doktor muayenesinde uğranılan işkence doktora anlatılmalı ve rapora geçirilmesi talep edilmeli. Doktor bu beyanı görmezden gelirse, özel doktor tarafından muayene olmak için girişimde bulunulmalı. Bu konuda Tabipler Birliği gibi bağımsız çalışan örgütlerden de yardım talep edilebilir. Gözle görülür işkence emaresi bulunmasına rağmen ‘darp cebir izi yoktur’ şeklinde rapor veren doktor hakkında şikayetçi olunmalı, rapora itiraz ederek iptali sağlanmalı. 
  • İşkence iddiası savcılık ifade tutamağına veya sorgu hakimliğinde zapta geçirilmeli. Şayet beyanlar zapta geçirilmez ise, avukatın şerh düşürülmesi talep edilmeli. 
  • Cumhuriyet Savcısı re’sen soruşturma başlatmaz ise savcılığa hitaben şikayet dilekçesi yazılarak işkence iddiaları savcılığa sunulmalı. Devletler, Uluslararası mahkemelerde yoğun olarak “ifadede avukat hazır bulunmasına rağmen iddianın ifade edilmediği veya şikayetçi olunmadığı, dolayısıyla iddanın gerçeği yansıtmadığı” savunmasını ileri sürmekteler. İddianın resmî makamlara yansıtılması bu nedenle önem taşıyor. Korktuğu için, yaşadığı travma nedeniyle şikayetçi olamamış kişiler bu durumların geçmesinden sonra da suç duyurusunda bulunabilirler. İşkenceye uğrayan vefat etmiş ise, yakınları şikayetçi olabilirler.
  • Savcılık takipsizlik kararı verirse karara itiraz edilmeli. İtirazın reddedilmesi durumunda şikayetin AYM önüne taşınması önem taşımakta.  Anayasa Mahkemesinin son yıllarda özellikle devletin milli güvenlik politikaları” konusunda insan haklarını koruyan kararlar vermediği ve bir kaç göstermelik karar dışında bireye karşı olumsuz bir tutum içerisinde olduğu görülüyor. Bundan dolayı   AYM ile eş zamanlı olarak şikayetlerin AIHM, BM gibi uluslararası mahkemelere de taşınması yerinde olacaktır. 


İşkence mağdurlarının başvurabilecekleri Uluslararası kuruluşlar hangileridir?


Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi

AIHM başvurusundan sonuç alabilmek için iç hukuk yollarını tüketmiş olmak önem taşıyor. Türkiye’de demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları değerlerinin korunması noktasında çok büyük gerilemeler olmasına rağmen AİHM kendisine dava gelmemesi için sürekli olarak Anayasa Mahkemesini işaret etmekte, önüne gelen başvurularda iç hukuk yollarının tüketilmiş olması şartını katı bir şekilde aramaktadır. Bundan dolayı suç duyurusundan başlayarak AYM’ ne yapılacak bireysel başvuru dahil olmak üzere iç hukuk yollarının tüketilmiş olması önem taşımaktadır. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi yargılamalarının, uzun yıllar süren sabır isteyen bir bir mücadele gerektirdiği de unutulmamalıdır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi,  işkence iddialarını somut deliller varsa kabul etmektedir. Yani sadece “işkenceye uğradım” iddiasını  yeterli görmemektedir. Zaman geçtikçe detayların unutulması ispatı güçleştireceğinden, mağduriyetin ispatına yarayacak delil ve bulguların da başvuru ile birlikte sunulması önem taşımaktadır.


Birleşmiş Milletler Başvurusu

Birleşmiş Milletler bünyesinde bulunan İnsan Hakları Komitesi, İşkenceye Karşı Komite ve İşkence Özel Raportörü, işkence mağduriyetinin uluslararası mercilere taşınması için önemli alternatifler arasında yer almaktadır.  BM komiteleri, iç hukukun tüketilmiş olması şartını, Türkiye örneğindeki gibi fiili imkansızlık söz konusu olduğunda, katı değil esnek olarak uygulamaktadır. 

İşkence Özel Raportörünün; mağdurların “bedenî cezalanndırma, uluslararası standartlara aykırı kısıtlama, uzun süreli gözaltı, hücre hapsi, ağır gözaltı koşulları, tıbbi muayeneden yararlanma ve yeterli tedavi imkânlarının yadsınması, işkence riski altında olduğu ülkeye gönderilme ihtimali ve görevliler tarafından aşırı güç kullanımı veya kullanma tehdidi riskleri nedeniyle yapılacak acil başvuru (Urgent Appeal)  durumunda harekete geçerek araştırma yapma, ilgili devletten bilgi isteme yetkisi bulunmaktadır. 


Birleşmiş Milletler’e ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne yapılacak başvuru şartları arasında aynı konunun daha önce başka bir uluslararası bir yargı merciine götürülmemiş olması bulunmaktadır. Aynı konuda her iki kuruma birden başvuru yapılamayacaktır. 


Evrensel Yargı Yetkisi

Devletlerin egemenliğinden doğan geleneksel yargı yetkisini istisnai biçimde genişleten evrensel yargı yetkisi uluslararası topluma yönelen zalimane suçların cezasız kalmaması için kullanılan etkili bir yöntemdir. Evrensel yargı yetkisi ile devlete, suçun işlendiği yere; failin ve mağdurun tabiiyetine bakılmaksızın suçun konusuna dayanarak yargılama yetkisi tanınmaktadır. İşkence mağduru, başka bir ülkede yaşıyorsa, şikayet ve delillerini yaşadığı ülkenin yargı makamlarına ilettiğinde işkencecilerin yargılanması mümkündür.  Evrensel yargı yetkisinin etkin kullanımı ile ağır insan hakları ihlalleri ve tüm insanlığa yönelen zalimane suçların cezalandırıldığına dair çok sayıda örnek bulunmaktadır.


Usul esasa mukaddemdir.


Büyük hukukçu Cevdet Paşa'nın deyişiyle usul esasa mukaddemdir”. Yani usul, esastan önce gelir”. Davanızda haklı da olsanız, usule ait gözardı ettiğiniz bir kural nedeniyle  davanızı kaybedebilirsiniz. Bu nedenle nereye, ne zaman başvurulacağına karar verilmesi, başvuru dilekçesinin hazırlanması, iddiayı ispata yarayacak delillerin belirlenmesi önem taşımaktadır. İşkence, uluslararası toplumun elbirliği ile mücadele ettiği suçlar arasında yer aldığı için ulusal ve uluslararası alanda faaliyet yürüten çok sayıda STK ve gönüllü kuruluş işkence mağdurlarına hukuki destek vermektedir. Bu kuruluşlar bünyelerinde uzman sağlıkçı ve hukukçular da bulundurmaktadır. Uluslararası kuruluşlara yapılacak başvurularda, mağdurunun karşısında, tüm güç ve imkanıyla devlet bulunmaktadır. İşkence mağdurunun, uzun ve mali açıdan ağır faturalara mal olabilecek bu mücadeleyi tek başına sürdürmek zorunda kalmamak için, bu kuruluşlardan hukuki yardım talep etmesi önem taşımaktadır. 

4 Mayıs 2020 Pazartesi

Gültekin Avcı Davası

Gültekin Avcı’nın telefonu iktidara yakın bir gazeteci tarafından arandığında , takvimler 2013 başını göstermekteydi.
“Bana seninle ilgili sorular soruyorlar, bir cevap vermem gerekiyor” diyerek haklar, özgürlükler, terör soruşturmaları hakkında Avcı’nın ne düşündüğünü ölçmek için bir takım sorular yöneltti.
Avcı’nın yöneltilen sorulara verdiği cevaplar Anayasa, kanunlar ve evrensel hukuk ilkeleri çerçevesinde oldu.
Aldığı cevaptan memnun olmayan gazeteci, sorusunu yineledi:
-Öyle mi diyorsun yani?
-Evet, öyle diyorum...

Belli ki “1 savcı 3 polis ile terör örgütü ilan etme” projeleri olgunlaştırılıyor, listeleniyor hazırlanıyordu. Belki de Avcı’nın adı, o gün verdiği cevaptan sonra tetikçilerin yanına değil tutuklanacaklar listesine yazılmış, iş sadece bahane üretmeye kalmıştı.

           
Avcı, 28 Şubat’ta askeri vesayete karşı da aynı dik duruşu sergilemişti. Adliyede çalışan hakim ve savcılara ait bilgileri istemek için arayan alay komutanına hukuk dersi vermiş, dini gruplara yönelik adreslere “irticai faaliyetler” gerekçesiyle baskın talimatı vermek için arayan komutanın yüzüne telefonu kapatmıştı. Emrindeki kolluğu “kimden gelirse gelsin, benim talimatım olmadan tek bir adrese dahi baskın yaparsanız suçüstü yapar gözaltına alıp, tutuklatırım” diyerek uyarmıştı. 28 Şubat’ın kasıp kavurduğu ortamda Batı Çalışma Grubu adına iltica raporları tanzim eden bir Emniyet Müdürü hakkında soruşturma başlatıp tutuklamaya sevk eden ilk ve tek savcı Gültekin Avcı olmuştu. Avcı’nın görev yaptığı yerlerdeki dini gruplar bu sayede baskından kurtulmuştu. Hakkındaki şikayet üzerine inceleme yapan müfettişin, yapabildiği tek suçlama “Deli gibi kanuna bağlı, Türk Silahlı Kuvvetleri ile uyumlu çalışmıyor” olmuştu. O gün bu gündür kanuna bağlı olmasının bedelini ödüyor.

Avcı’nın duruşu net, sözleri sert idi “Biz askeri Cumhuriyetten memnunuz, bizim generallerimiz her şeyi bilir, bunlar Olympos Dağı’ndaki tanrılardır, bunların hikmetinden sual olunmaz, bir general yanlış yapsa da, memleket için düşündüğü bir şey vardır” dediğimiz sürece hiç bir zaman erdemli bir demokratik yönetime ulaşamayacağız.”

Peki Gültekin Avcı bu kadar cesur gidebildiğine göre, akşamları yolunu gözleyen sevdiği bir kadın, başını okşayacağı çocuğu yok muydu?
Vardı var olmasına ama; hukukun çizdiği sınırlardan çıkıp, kendini inkar etme karaktersizliğini kendine yakıştıramıyordu.

Avcı, bedel ödeme pahasına kanuna bağlı kalırken, yargı mensuplarının çoğu adliyeyi ziyaret eden binbaşıyı esas duruşta karşılıyor, Genelkurmay’da brifing alıp komutanları ayakta alkışlıyor ve askeri vesayete sadakatlerini ilan ediyordu. Gelin görün ki, o gün askeri vesayetin önünde el pençe divan duran sözde yargı mensuplarının artıkları, bu gün de AKP ile sarmaş dolaş, al gülüm ver gülüm demokrasinin ve adaletin canına okuyor.

Avcı, askeri vesayetin hedefinde olduğu gibi PKK’nın, DHKP/C’nin ve Hizbullah’ın da ölüm listesindeydi. Adresin budur, çocuğunun adı, okuduğu okulu, sınıfı şudur diye tehdit mesajları alıyordu. Cezaevi savcısı iken Hizbullah davası tutukluları tarafından koğuşta rehin alınıp boğazına bıçak dayanmış, ölümden dönmüştü. O zaman da başını eğmemişti.

Manyak olan kim?

Hakimlik, savcılık kılıçtan keskin. Verdiğiniz bir kararla masum bir insanı ipe götürebileceğiniz gibi, bir suçluyu da kurtarabilirsiniz. Avcı’nın hakimlik yaptığı zamanlarda, önüne bir kız kaçırma dosyası gelir. Kızın yakınları “yalancı tanık” dinleterek suça karışmamış birinin tutuklanmasını sağlar. Mesai çıkışı yürüyerek evine giderken, kaçırılan kız Avcı’nın önüne çıkar. “Hakimim, siz ne yaptınız, O orada yoktu ki..!” der. O an, başından aşağı kaynar sular dökülür. Eve gider, ağzını bıçak açmaz, yatar uyuyamaz. Farkında olmadan da olsa, masum birini tutuklamıştır. Gece Saat 02.00’de cezaevine gidip “Ben seni haksız yere tutukladım, bana hakkını helal eder misin?” diye sorar.Helallik sözü alınca huzurla evine döner.  Sabah ilk işi nöbetçi savcıya durumu anlatıp itiraz etmesini rica ederek suçsuz kişinin tahliyesini sağlamak olur.
 Adliyede beraber görev yaptığı kimi hakim ve savcılar “Gültekin, manyak mısın sen?” diye sorduklarında verdiği cevap, insanı yutkunduracak cinstendir:
-Kimin manyak olduğunu, öldükten sonra göreceğiz..!
Peki aslında kim manyak?
Bir kişiyi haksız yere tutukladığı için uykusu kaçan Gültekin Avcı’mı, yoksa yüzbinlerce masum insana iftira atıp, güle oynaya onların hayatını karartanlar mı?

Gözaltı ve tutuklanma süreci

Tek merkezden yönetilen proje dosyalarda delillerden ziyade hedeflenen şey önemlidir. Bundan dolayı yalanlar gerçek, gerçekler yalan halini alır. Savcılar, sizin hayatınıza eş zamanlı başka bir hayat kurarlar. Çocukluktan baba olmanıza, evlilikten eğitim hayatınıza, iş hayatınızdan sosyal hayatınıza yaşanmışlıklarınız vardır gerçek hayatınızda. Bir de savcıların oluşturduğu gerçeklerin zıttı ikinci bir hayat. İki hayat arasında ad ve soyadınızın aynı olması dışında başka bir benzerlik bulunmaz. Bir çoğunda kopyala yapıştır yapıldığından, adınız bile yanlıştır. Yalanlar gerçek muamelesi gördüğünden, gerçekler önemini kaybeder.

Gültekin Avcı dosyası da yalanlarla oluşturulmuş, “yok artık..!” dedirten skandallarla dolu bir dosyadır. Ne acıdır ki, Avcı’nın tutuklanması için tetikçilik görevi,  avukat meslektaşı olan  Fidel Okan tarafından üstlenildi. Fidel Okan, 2015 yıllarında Gültekin Avcı adının “3 numaralı şüpheli” olarak yazılı olduğu bazı belgeleri televizyon ekranlarında göstererek hedef göstermeye başladı. Bunun üzerine Avcı, avukatları aracılığı ile Savcı İrfan Fidan’a başvurarak  durumu anlatıp hakkında bir soruşturma varsa ifade vermek istediğini belirtti. Savcı İrfan Fidan, avukatların dosyayı inceleme talebini “gizlilik” gerekçesiyle reddedip “Boşuna gelmesin, gelse de ifadesini almam, rahat olsun, evine dönsün, ben ona tebligat gönderip davet edeceğim” şeklinde cevapladı. Hakkında “Silahlı terör örgütü yöneticiliği” gibi ağır suçlamalar yapılan biri, kendi ayakları ile savcılığa gitmesine rağmen, bırakın gözaltına alınmayı, ifadesine dahi başvurulmadan adliyeden geri gönderildi. 

Avcı, ifade için savcılıktan davetiye gönderilmesini beklerken, bu görüşmeden kısa bir zaman sonra, yani 18.09.2015 tarihinde İzmir’de ikamet ettiği evinin önünde bekleyen polislerce gözaltına alındı. Avcı’yı gözaltına almak için İstanbul’dan İzmir’e giden polisler, evde arama yapmaya dahi lüzum görmediler. Savcı Fidan belli ki elindeki delillerin sağlamlığından emindi; 2 sene önce yazılmış 6 tane köşe yazısı. Evet, düşüncenin suç olduğu düzende, yazı yazmak elbette suç sayılırdı.

Avcı, İstanbul Terör Şube’de günlerce bekletildi.  Bu süre boyunca insan onuru ile bağdaştırılamayacak fiziksel ve psikolojik kötü muamelelere maruz kaldı. Bu kadar bekledikten sonra yapılması gereken polisin ve savcının Avcı’nın işlediği suçları, bu suçların hangi silahlarla işlendiğini, ele geçirilen delilleri gösterip savunmasını istemekti. Fakat ne polis ne de savcı ifade almadı. Doğrudan tutuklama talebiyle sorgu hakiminin önüne çıkarıldı. 

Savcı İrfan Fidan, tutuklamaya sevk yazısında Gültekin Avcı’nın, hakkında tutuklama kararı bulunan 2 emniyet görevlisi ile telefon görüşmesi yaptığını iddia etmekte idi. Avcı’ya “silahlı terör örgütü yöneticiliği” kılıfı biçildiğinden, telefon konuşmaları iddiası üzerinden, polislerce işlenen(!) suçlar da Avcı’nın üstüne yıkılacaktı. Gerçekte, iddia edilen telefon görüşmelerinin aslı yoktu.  Polis olarak gösterilen kişilerden biri akademisyen, diğeri de taksi şoförü idi. , Minareyi çalanlar kılıfını da hazırlamış ama kılıf, minareye uymuyordu. İsim benzerliği üzerinden suç üretmeye çalışanlar  kendileri suç işlemişti. Hem telefon konuşması olsaydı ne ifade ederdi ki? Suç bunun neresindeydi? Ortada telefon görüşmelerinin tespiti için mahkeme kararı olmadığı gibi, konuşma içerikleri de yoktu.

Dosya, sorgu için Sulh Ceza Hakimi Durmuş Karaçalı’nın önüne gönderildi. Durmuş Karaçalı, Gültekin Avcı’nın tutuklanmadan bir kaç ay önce yazdığı bir köşe yazısında kendisine hakaret ettiğini iddia ederek şikayetçi olmuştu. İddianame hazırlandıktan sonra dava İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde açılmış, duruşması da bir kaç hafta sonraya verilmişti. Durmuş Karaçalı’nın müşteki/mağdur olduğu davanın sanığı Gültekin Avcı idi. Avukatlar Karaçalı’nın CMK 22. Maddeye göre Avcı ile karşılıklı “husumeti” olması nedeniyle tarafsızlığını yitireceğinden çekilmesini talep ettiler. Kendisi çekilmeyince yasada yazılan usule riayet ederek reddi hakim talebinde bulundular. Karaçalı önce böyle bir davanın tebligatının kendisine ulaşmadığını söyleyerek gerçeğe aykırı beyanda bulundu. Neyse ki, mahkeme kalemine gidip belgeyi temin etmek uzun sürmedi. Avukatlar duruşma günü tebligatını Karaçalı’nın bizzat imzalayarak teslim aldığına dair belgeyi dosyaya sundular, ama değişen bir şey olmadı. Durmuş Karaçalı kör gözlere sokarcasına kanunun açık hükmünü çiğneyerek Gültekin Avcı hakkında tutuklama kararı verdi. Çünkü kanunların önemi yoktu, önemli olan sadece sonuçtu.

İlkesizlikler ve çifte standartlar

Savcı İrfan Fidan, 9 ay sonra yazdığı 33 sayfalık iddianamede Gültekin Avcı’ya sadece 4 sayfa ayırdı.  Eylem olarak da 6 köşe yazısını gösterdi. İddia, köşe yazılarıyla “algı operasyonu” yapılmasıydı. “Algı operasyonu” ceza hukukunun değil, olsa olsa bir sosyal psikoloji kavramı olabilir. Hiç bir ismin bulunmadığı, hiç kimseye hakaret edilmeyen bu yazılar hakkında ne bir tekzip başvurusu yapılmış, ne de suç duyurusunda bulunulmuştu. Savcının iddiası ipe sapa gelmeyecek türdendi: Muta nikahı kötülenip, dönemin başbakanı, bakanları ve  devlet yetkilileri “itibarsızlaştırarak kendilerini savunamayacak duruma düşürülmüş” idi. Ve bu eylemlerinden dolayı Gültekin Avcı’ya 2 müebbet ve +75 yıla kadar hapis cezası verilmesini istiyordu.

Gazetecilerin tutuklanması hakkında ayrımcı tavır sergileyen medya mensupları, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nün anıldığı bu dakikalarda Türk medyasının düştüğü bu durumda önemli bir paya sahipler. Gültekin Avcı’dan bir kaç ay sonra Can Dündar’da 52 köşe yazısı,  2 röportaj ve 2 haberi nedeniyle hukuksuzca tutuklandı. Can Dündar’ın tutuklanıp yargılanmasına haklı olarak büyük bir infialle tepki gösteren medya mensupları, Gültekin Avcı’nın yazdığı 6 köşe yazısını ağır silah olarak görmüş olmalarından olsa gerek, kafasını kuma gömmeyi tercih etti.

Çifte standart, Anayasa Mahkemesinde de devam etti.  Gültekin Avcı’nın haksız tutukluluğu için Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvuru aylarca incelenmedi.  Can Dündar ve Erdem Gül’ün mağduriyetleri ise tutuklanmalarından 3 ay sonra jet hızıyla verilen Anayasa Mahkemesi kararıyla sonlandırıldı. Oysa yapılması gereken, başvuru tarih ve sıralamasına riayet edilerek dosyanın incelenmesi ve karar verilmesiydi.

Gültekin Avcı, tutuklanmasından 9 ay sonra çıkarıldığı mahkemedeki savunmasını kısa tuttu. Mahkeme 6 köşe yazısı nedeniyle 2 müebbet ve +75 yıl hapis cezası istenen iddianameyi kabul ettiyse, uzun uzun savunma yapmaya, ceza hukukunun kriterlerini anlatmaya ne gerek vardı ki? Hem 6 tane köşe yazısının nesini savunacaktı? Köşe yazıları, kendini savunuyordu zaten.

Fakat mahkeme, hepimizi şaşırttı. 20 Eylül 2015 Tarihinde tutuklanan Avcı, 9 Haziran 2016 Tarihinde ilk duruşmada savunmasını yaptıktan sonra tahliye oldu.  Ondan sonra görünmeyen el, medyadaki tetikçileri üzerinden saldırıya geçerek dosyaya müdahale etmeye başladı. Avcı, dosyada yeni bir gelişme olmamasına rağmen 25 Eylül 2016 Tarihinde yeniden tutuklandı. Aradan geçen 3 yılın sonunda, 13 Eylül 2019 Tarihinde yeniden tahliye oldu, aynı gün nefret lobisi harekete geçerek hedef gösterdi. Yapılan itiraz üzerine 1 gün sonra yeniden tutuklanma kararı verildi, gözaltına alındı ve cezaevine gönderildi.

Olmadık kısıtlamalar konulsa da, kitapları yanında. Cezaevinde kendine bibliyoterapi yaparak hayata tutunuyor. Ancak kitabıyla buluştuğu anlarda dört duvar arkasına geçip, özgürlüğe kavuşabiliyor. Ta ki, kitabı bitirip kapağını kapatıncaya kadar.

22 Mart 2020 Pazar

Tutukluluk ölüm cezasına dönüşmesin

Dünya, küresel ölçekte Covid-19 adlı bir virüs tehdidi ile karşı karşıya bulunuyor. Sağlık Bakanlığı, dün itibariyle Türkiye’de de 947 kişide Corona virüsü tespit edildiğini, 21 kişinin virüse bağlı olarak hayatını kaybettiğini açıkladı. Farklı şehirlerden gelen fısıltı haberlerine bakılırsa gerçek rakamın açıklanandan çok daha fazla olduğu anlaşılıyor.

Salgının bulaşması için aynı ortamda nefes almak yeterli oluyor. Virüs taşıyıcısının açık alanda dahi başkasına bulaştırma riski bulunuyor. Bundan sadece 1 ay önce virüsü taşıyanların yüzde 99’u Çin’de, kalan yüzde 1’i dünyanın geri kalanında yer almaktaydı. Bu gün Türkiye’nin de içinde yer aldığı Avrupa ülkeleri virüsün yeni merkezi haline geldi. İtalya zamanında sosyal izolasyonu sağlamayarak bu konuda kötü bir sınav verdi. Diğer Avrupa ülkeleri, İtalya’nın durumuna gelmek istemiyor. Almanya Başbakanı Merkel, Dünya’nın 2. Dünya savaşından bu yana görülmemiş boyutta büyük ve ciddi bir durumla karşı karşıya olduğunu açıkladı. Diğer Avrupa ülkeleri de kayıpları azaltabilmek için tedbirleri günden güne sertleştiriyor. Ülke sınırları kapatılarak geçişler yasaklanıyor, sokağa çıkma yasakları ilan ediliyor.

Türkiye’de hükumetin şeffaflık ve halkı doğru bilgilendirme sorunu bu krizle bir kez daha kendini gösterdi. Hamaset dolu meydan okumalara rağmen bazı önlemler de alınmadı değil.  Örneğin maçlar iptal edildi, camilerde toplu ibadet yasaklandı, 65 yaş üzerindeki kişilerin sokağa çıkması yasaklandı. Ülkede yoğun olarak konuşulan konulardan biri kuşkusuz cezaevlerinde bulunan kişilerin bu virüse karşı savunmasız bırakılması. Cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlülerin karşı karşıya bulunduğu riske rağmen, bu konuda şimdiye kadar somut bir adım atılmış değil.

Balıkesir ve Edirne cezaevlerinin şimdiden Corona nedeniyle karantina altına alındığı, Silivri Cezaevinde ise karantina koğuşları oluşturulduğu sosyal medyada yazıldı. Adalet Bakanlığı ise bu iddiaları reddediyor. Reddediyor etmesine ama, hükumetin halka karşı şeffaf  hareket etmediğine olan yaygın inanış, ailelerin endişelerini azaltmak yerine arttırıyor. Öldürücü bir hastalıkla karşılaşma riski altında bulunan tutuklular sabredip dua ederek çaresizce bekleşiyorlar.

Bir an için Bakanlığın açıklamasının doğru olduğunu, cezaevlerinde tespit edilen Corona vakasının olmadığını varsayalım. Test yapılmayınca hastalığın tespit edilmesi mümkün olmuyor. Hastanelerde bile test cihazı yetersiz iken, cezaevinde bulunan kaç kişiye bu test yapılmıştır? Ben hiç iyimser değilim. Askerler, güvenlik personeli ve idari personel her gün cezaevine giriş çıkış yapmaya devam ediyor. Bu kişiler toplu taşıma araçları veya kalabalık servis araçları ile yolculuk yapıyor. 1 tanesinin bile virüsü kapması, anında cezaevindeki binlerce kişiye de bulaştırabileceği anlamına geliyor.

Cezaevlerimizin durumu içler acısı

Virüs kapalı, kalabalık ve temiz olmayan ortamları seviyor. Bundan dolayı cezaevleri salgının yayılması için uygun bir ortam:

Kapasitenin üstündeki doluluk: Türkiye’de bulunan cezaevlerinde toplam 300 bin kişi bulunuyor. Bu sayının 50 bin’i siyasi tutuklu. Ortalama olarak 10 kişilik bir koğuşta 30 kişi kalıyor. Kimi koğuşlarda 45 kişi bulunuyor. 1 yatakta sıra ile 3 kişi uyumak zorunda, kimileri de yerde yatmak zorunda. Küçücük camlarla ortamın havalandırılması çok zor. Güneş desen, hak getire; adı üstünde hapishane. Rahmetli Neşet Ertaş’ın dediği gibi; hapishanelere güneş hiç doğmuyor.

Hastalık: Halihazırda 1500’den fazla sürekli hasta hapishanelerde yaşam mücadelesi vermekte. Bunun yanı sıra cezaevine sağlıklı olarak girilse de içerde hastalanılması mümkün. Stres ve yetersiz beslenme nedeniyle kronik diyabet, astım, tüberküloz, hepatit ve kardiyovasküler hastalıklar da (yüksek tansiyon, damar tıkanıklığı, koroner kalp hastalığı vs.)  cezaevinde yoğun olarak görülen rahatsızlıklar.

Yaşlı tutuklu ve mahkumlar: 60 yaş üzeri on binlerce insan cezaevinde bulunmakta. Anayasa’da Cumhurbaşkanı’nın sürekli hastalık ve yaşlılık nedeniyle af yetkisi bulunduğu düzenleniyor fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu yetkisini muhalif gördüğü hasta ve yaşlılar için kullanmamayı tercih ediyor. Çok sayıda kişi bu nedenle cezaevinde öldü veya halen yaşam mücadelesi veriyor.

Temizlik sorunu: Kişisel ve ortam temizliğinin tam olarak sağlanması mümkün olmuyor. Çünkü dezenfektan verilmiyor. Temizlik araç ve gereçlerine ulaşmada da zorluklar yaşanıyor. Tahliye olan bir müvekkilim, banyoda böcekler oluştuğundan, insanların tuvalette banyo yapmayı tercih ettiğini ifade etti. Böyle bir ortamda kişisel ve ortam temizliğinin sağlanması nasıl mümkün olabilir ki?

Yetersiz beslenme: Virüse karşı alınabilecek en önemli önlemlerden biri, kuşkusuz vücudun bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi. Bunun yolu da sağlıklı beslenmeden geçiyor. Verilen yemekler temizlik ve protein değerleri bakımından oldukça yetersiz. Geçtiğimiz günlerde konuştuğum başka bir müvekkilim ise “Salatanın içinden çakmak çıktı, gerisini sen düşün..!” diyerek manzarayı özetledi. Kantinden takviye yiyecek almak isterseniz, bütçenizin buna izin vermesi gerekiyor. Bir geliriniz olmadığına göre ucuz da olsa orada her şey çok pahalı.

Cezaevi koğuşları, tabuta dönüştürülmesin

Hükumetin, cezaevlerindeki kişilerin karşı karşıya olduğu tehlikeye karşı gösterdiği umursamaz tavır, bir çok ulusal ve uluslararası kuruluşu  harekete geçirdi. Örneğin Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi tarafından yayınlanan deklarasyonda; Yakın kişisel temas virüsün yayılmasını hızlandırdığından özellikle cezaevlerindeki kapasite aşımlarında cezanın kaldırılması, denetimli serbestlik veya erken tahliye gibi tutukluluk harici tedbirlere başvurulmasının elzem olduğu ifade edildi. Deklarasyon, Konsey üyesi olan Türkiye için bağlayıcı. Avrupa Konseyi rapor ve deklarasyonlarının AIHM için bağlayıcı sonuçları olduğunu düşündüğümüzde, metne uyulmasının önemi daha iyi anlaşılabilecektir. Metni incelediğimizde, AIHM içtihatları ile de örtüştüğünü görüyoruz. Örnek olarak; Cezaevine girerken, içerde bulaşıcı tüberküloz hastalığına yakalanan bir kişinin başvurusu hakkında, devletin yaptığı “hastalığın cezaevi koşulları nedeniyle bulaşmadığı” savunması yerinde görülmeyerek verilen  ihlal kararı gösterilebilir. (Dobri C. Romanya)
                                                      
Corona karşısında yüksek risk altında bulunan kişi ve yakınlarının vakit kaybetmeden tahliye dilekçesi vermesi önem taşıyor. Bu dilekçeler reddedilecek olsa dahi AIHM’ ne yapılacak tedbir talepli başvurularla sonuç alınması mümkün olabilecektir.

Aralarında İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa Barolarının olduğu 33 baro, ortak açıklama yaparak öncelikle cezaevinde bulunan hastalar, yaşlılar, çocuklu ve hamile kadınlar olmak üzere tüm tutuklu ve hükümlülerin tahliye edilmesi çağrısında bulundu. Bunun için yasal düzenleme yapılmasını talep eden barolar, bu süre boyunca telafi edilemeyecek kayıplar verilmesinin önüne geçmek için infazın ertelenmesi veya evde devam etmesi kararının verilmesini talep ettiler.

Cezaevindekilere yönelik af veya infaz indirimi düzenlemesi 3 yıldır belirli aralıklarla gündeme getiriliyor. Bizzat Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı da bu konuda pek çok kez açıklama yaptı. Toplum beklentiye sokulduktan sonra “bir sonraki yargı paketinde yer alacak” denilerek yeniden rafa kaldırıldı. Tutuklu ve aileleri yıpratıldı. Corona nedeniyle hükumetin bir çalışma içinde olduğu bu günlerde de basında yer alıyor. Muhalefet partileri de hükumetin çalışmasını destekleyeceklerini açıkladı. Umarım son haberler de bir aldatmacadan ibaret değildir. Umarım bu sefer ince hesaplar yerine hukuk ve vicdan galip gelir ve  düzenleme hayata geçirilir.

Fakat düzenleme medyada konuşulan hali ile yasalaşırsa daha doğmadan kadük kalacağa benziyor. Çünkü hakkaniyete ve vicdana aykırı yönleri olduğu gibi Anayasa’nın temel ilkesi olan “eşitlik”  e de aykırı. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi önüne taşındığında, iptal edileceğini söylemek kehanet olmaz. Göz göre göre duvara toslayacağı bilinen bir çalışmaya imza atmak yerine, cezaevlerinde bulunan herkesin yaşam hakkını koruyacak bir düzenleme hayata geçirilmelidir. Başta CHP ve MHP olmak üzere muhalefet partileri de kendilerine yakın gördükleri kişileri cezaevinden kurtarabilmek için iktidar ile pazarlığa oturmak yerine daha ilkeli bir duruş sergilemelidir.

Yasa hazırlığının medyaya yansıyan hali, Corona için yüksek risk altında bulunan hastaları, yaşlıları ve hamile kadınları kapsam dışında bırakılabilecek bir metin. Cezaevinden çıktıktan sonra tekrar suç işlemesi muhtemel bir uyuşturucu satıcısı, rüşvet alan bir memur, adam öldüren bir kişi bu düzenlemeyle tahliye edilebilecek iken, terör torbasına atılan bir akademisyen, hukukçu, öğretmen, öğrenci veya ev hanımı içerde bırakılabilecek.

Hırsızlık, uyuşturucu ticareti veya şiddet içeren bir suç isnadıyla cezaevine konulan 25 yaşındaki bir genç tahliye edilirken, salgın durumunda hayati tehlike yaşayabilecek orta yaş üzeri bir gazeteci, hukukun herkese karşı eşit olarak uygulanmasını isteyen 62 yaşındaki bir aktivist veya takip ettiği dosyalar nedeniyle hakkında mahkumiyet kararı verilen  bebekli kadın avukatın cezaevinde bırakılması ne derece doğru olacaktır?

Bizler eve kapanıp ellerimizi yıkayarak kendimizi korumaya alıyoruz fakat yaşlı, hasta tutuklular veya bebekli anneler kalabalık cezaevi koğuşlarında, iç içe yaşamaya devam ediyor. Önceliğimiz onların korunması olmalı.  Daha sonra toplumsal barışı temin edecek, herkesi kapsayacak genel ve eşit bir düzenleme yapılmalı.


2 Ocak 2020 Perşembe

OHAL KOMİSYONU ADALETSİZLİK DAĞITIYOR

Her sene yılbaşında olduğu gibi bu sene de en çok konuşulan konulardan biri “2019’un en’leri”. Bana “2019 Türkiye’sini en iyi özetleyen söz” sorulacak olursa, cevabım İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun farklı zamanlarda iki kez sarf ettiği “Ben Anayasa Mahkemesi ile aynı gözlükten bakmıyorum. Bakmak zorunda mıyım?” ifadesidir. Soylu, hiç eğip bükmeden Anayasa’nın kendilerini bağlamadığını ifade etti. Sahip olduğu güçten cesareti alarak bu sözü söylemiş olduğu anlaşılıyor. Fakat, hiç akıllıca bir söz sarf etmediği çok açık.
İktidar, bu tutumunda yalnız değil elbette; Evrensel hukuku ve Anayasayı çiğneyen talimatları uygulatmak için, tüm devlet kurumlarını araçsallaştırmış durumda. OHAL Komisyonu da bu araçlardan biri. Kamudan ihraç edilenler ceza mahkemelerinde yargılanıp beraat etseler bile OHAL komisyonu bu kişileri görevlerine iade etmiyor. Çünkü yasaları değil, MİT ve Emniyet tarafından oluşturulan güvenlik soruşturması raporlarını ve parti teşkilatlarından gelen bilgileri referans alıyor. Somut verilere dayanmayan, objektif kriterlerden uzak ve gizli oluşturulan bu fişlemelerle yüzbinlerce insanın hayatı karartılıyor.
Güvenlik soruşturması denilen hukuksal sapıklık
Devlet kurumları doğumdan ölüme kadar, vatandaşlarla sıkı bir irtibat içinde. Devletin eylem ve işlemleri bireyler için doğrudan sonuçlar doğuruyor. Bunun yanı sıra devletin, en büyük işveren olması iktidar için “Nepotizm” in önemini bir kat daha arttırıyor. Adliyeden emniyete, eğitimden sağlığa, devletin tüm kurumlarında tam hakimiyet kurmayı hedefleyen AKP iktidarı, objektif ve adil olmayan yöntemlerle adam kayırma ve ayrımcılık yapmada zirveye yerleşti. Yandaş ve akrabalar devlet kadrolarına yerleştiriliyor, yandaşların makamları liyakat aranmaksızın hızla yükseltiliyor. Uzun zamandır, yandaş dışındakilerin kamuda bir işe girmesi neredeyse hayal.
İktidar, yaptığı ayrımcılıkları meşrulaştırmak için memuriyete giriş şartlarına “Güvenlik soruşturmasından geçmiş olmak” şartı da eklemişti. Bu düzenleme geçtiğimiz haftalarda Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Kararın gerekçesi okunduğunda aslında hükumete yönelik “Güvenlik soruşturmalarının kapsamını belirleyin, içini doldurun, ondan sonra yasalaştırın”  mesajı verildiği anlaşılmaktaydı. Nitekim iptalin hemen ardından hükumet tarafından aynı konuda yeni bir yasa tasarısı oluşturulması, mesajın yerine ulaştığını göstermiş oldu. Fakat muhalefetin itirazları sayesinde tasarı “şimdilik” geri çekildi. Tasarı geri çekildi çekilmesine ama, “Güvenlik Soruşturması” denilen fişleme mekanizması üstelik OHAL kalkmış olmasına rağmen halen işletilmeye devam ediyor. Hükumet, yasal dayanağı olmamasına rağmen hukuka aykırı bu yöntemi terk edecek gibi de görünmüyor. Çünkü sınırsızca kullanabildiği bu yetki sayesinde kimseye hesap vermeden istediği kelleyi alabiliyor.
Güvenlik soruşturması kamu hizmetine girmeye önceden hak kazanmış kişilerin bu hakkının ellerinden alınmasında da kullanılmakta. Son 3 yıl içinde ağırlıklı olarak Kürt, Solcu, Alevi ve Gülen Hareketi sempatizanlarından oluşan 140 bin kamu çalışanı “terör örgütleri ile irtibat ve iltisaklı” olarak gösterilerek KHK’lara ekli listelerle afişe edilerek ihraç edildi. Bu kişiler terör örgütüne üye olmadığı gibi, üyelik ve iltisak iddiası da tamamen soyut idi. Gizli yürütülen istihbari soruşturmalarla, hiç bir bilgi ve belgeye dayanmadan, haklarında soruşturma açılmadan, savunma hakkı verilmeden, yargı yolu dahi kapatılarak ihraç edildiler. Korkunç yanlış ve yalan ifadelerle belirlenen bu boş kriterler kural haline getirildiğinden, adalet memleketten kaybolup gidiyor.
İhraçlara bakıldığında, insanların okuduğu dergi ve gazete, evinde izlediği televizyon kanalları, kendisinin veya aile fertlerinin üye olduğu siyasi parti, anne/babasının geçmişte bir gösteri veya yürüyüşe katılıp katılmadıkları, sosyal medyada kimleri takip ettiği, hangi mesajları paylaşğı veya beğendiği, hangi derneğe üye olduğu, hangi yardım kuruluşuna bağışta bulunduğu, hakkında soruşturma bulunan birileriyle geçmişte telefon konuşması bulunup bulunmadığı, evine kimlerin gelip gittiği gibi suçlulukla ilgisi olmayan davranışların ihraç sebebi olarak yeterli görüldüğü anlaşılıyor. Hepsinin ortak özelliği, hiç biri suç olmasa da, yapanların iktidarın hoşlanmadığı kişiler olması. Örneğin; Barış bildirisine imza atan akademisyenler, polisin kötü muamelesini eleştiren twit atan bir öğretmen, hakkında CİMER’e şikayet giden bir memur, “işkenceciler yargılansın” diyen bir doktor, hukuk dışı bir iş yapmış gibi cezalandırılarak ihraç edildi. Üstelik iktidarın “sakıncalı” olarak damgaladığı bu kişiler özel sektörde dahi çalışamaz hale getirildi.
Güvenlik soruşturmaları ile yapılan tasarrufların hukuka aykırılığı konusunda hiç bir tereddüt bulunmuyor. Çünkü Anayasal hükümlerle bağdaşabilirliği bulunmuyor; Anayasa’da düzenlenen ‘Ayrımcılık yasağı’nı, ‘Çalışma Hakkı’nı, ‘Herkesin özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkı’nı, Kişisel verilerin korunmasını isteme hakkı’nı, ‘Temel hak ve hürriyetlerin yalnızca kanunla sınırlanabileceği kuralı’nı ve, ‘Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin atanmalarının ancak kanunla düzenlenebileceği kuralı’nı ihlal ediyor.
Güvenlik soruşturmaları Türkiye’nin otoriterleştiği dönemlerinde muhaliflere ait hak ve özgürlüklere el koyma yöntemi olarak yoğun olarak kullanılagelmiştir.
Örneğin, 12 Eylül sıkıyönetim rejimi dört buçuk milyon insanı fişledi. Bunların bir milyon yedi yüz bini güvenlik soruşturmasına muhatap oldu. 1402 sayılı sıkıyönetim kanunu ile binlerce kamu çalışanı işlerinden atıldı. Üniversitede kendilerinden ders aldığım hocalarım Çetin Özek, Hüseyin Hatemi ve Bülent Tanör bu yasa ile atılıp, sonra üniversiteye geri dönenler arasındaydı. 1402 sayılı yasa daha çok üniversite öğretim üyeleri ile özdeşleşse de ilkokul öğretmenlerinden sanatçılara çok farklı kamu çalışanlarını hedef aldı.
28 Şubat döneminde de milyonlarca insan namaz kıldığı, eşi başörtülü olduğu, içki içmediği hatta evinde televizyon bulunmadığı için fişlendi.
AKP uygulamaları, 12 Eylül ve 28 Şubat uygulamalarını dahi aratır oldu. Çünkü o dönemlerde hak aranabilmekteydi, özel sektörde iş yapılabiliyordu, yurt dışına çıkılabiliyordu, insanlar toplanıp örgütlenebiliyordu, basın açıklaması yapılabiliyordu. En önemlisi, güvenlik soruşturmaları ile hakları elinden alınan ya da hakları hiç verilmeyen kişiler yargıya başvurarak sonuç elde edebiliyordu. Geçmişteki yargı kararları bu günkünün aksine, çoğunlukla güvenlik soruşturması uygulamalarının aleyhinde verilmekteydi.

Otoriterleşme dönemlerinde hak ve özgürlükleri gasp edilenler, bir süre sonra haklarına kavuşmuşlar. OHAL KHK’ları ile mağdur edilenler de, yakın gelecekte muhakkak haklarına kavuşacaklar. Zira hep böyle olmuş. KHK’lıların yapması gereken, umut ve mücadelelerini sonuna kadar koruyabilmek. Ve en önemlisi, kendisi dışındakini dışlamadan iktidarın işine gelen ‘ötekileştirme’ tuzağına düşmemek...

İşkence ve kötü muamele suçları cezasız kalmaz

İşkence ve kötü muamele suçları cezasız kalmaz Av. Fikret Duran Türkiye’de işkence iddiaları hep gündemde olmuştur. Askeri darbelerden sonra...